Süre                : 2 Saat 22 dakika
Çıkış Tarihi     : 25 Ağustos 2017 Cuma, Yapım Yılı : 2017
Türü                : Komedi,Drama
Ülke                : İsveç,Almanya,Fransa,Danimarka
Yapımcı          :  Plattform Produktion , Arte France Cinéma , Coproduction Office
Yönetmen       : Ruben Östlund (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Ruben Östlund (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Claes Bang (IMDB)(ekşi), Elisabeth Moss (IMDB)(ekşi), Dominic West (IMDB)(ekşi), Terry Notary (IMDB)(ekşi), Christopher Læssø (IMDB), Marina Schiptjenko (IMDB), Elijandro Edouard (IMDB), Daniel Hallberg (IMDB), Martin Sööder (IMDB), Linda Anborg (IMDB), Emelie Beckius (IMDB), Peter Diaz (IMDB), Sarah Giercksky (IMDB), Annica Liljeblad (IMDB), Jan Lindwall (IMDB), Lilianne Mardon (IMDB), Iman Mirbioki (IMDB), John Nordling (IMDB), Mikael Olsson (IMDB), Julia Sporre (IMDB), Lise Stephenson Engstrom (IMDB), Henric Wassberg (IMDB), Denise Wessman (IMDB)

The Square (~ Kare) ' Filminin Konusu :
İsveç'te monarşi kaldırılmış ve şehrin göbeğindeki kraliyet sarayı bir modern sanat müzesine dönüştürülmüştür. Müzenin baş küratörü Christian (Claes Bang), boşanmış ve iki çocuk babası olarak, modern dünyanın tüm gerekliliklerini ve aynı zamanda kendine özgü duyarlılıklarını yerine getiren bir adamdır. Ancak hayatı rayından çıkmak üzeredir: telefonunun çalınmasından sonra yaptığı hareketler, onu utanç verici durumlara düşürür. O sırada müzede sergilenecek Arjantinli bir sanatçının yeni enstalasyonu 'Kare'nin tanıtımını yapacak halkla ilişkiler şirketi çok provokatif bir kampanya hazırlayınca tam bir kargaşa ortamı oluşur. Christian ve müze için varoluş amaçlarını sorgulamaları gereken bir ortam oluşmuştur.


  • "gezi parkı süreciyle tahrir'in bu kadar benzer olduğunu bilmiyordum. bu belgesel sayesinde öğrendim. herkese şiddetle tavsiye ederim."
  • "gün itibarıyla başka sinema'da gösterime girmiş olan film. umarım ki hafta içi izleyip kendimce yorumlarımı yazacağım."
  • "cinemaximum’un 10 liraya izlettiği film."




Facebook Yorumları
  • comment image

    jehane naujaim'in (control room; rafea: solar mama) yeni belgeseli. 2013 sundance filim festavalinda de izleyici odulunu kazandi.

    subat 2011 de misirlilar. ozellikle gencler tahrir meydaninda toplanarak dunyaya sokaktaki insanin gucunu gosterdiler. bu olay arap dunyasinda demokrasi ruzgarlari estirirken misir halki hala istediklerine kavusmus degil. filim tahrir meydanianda olanlari kronolojik bir sekilde anlatiyor. filmin fragmanini burada gorebilirsiniz.

    http://www.thesquarefilm.com/


    (faralya - 30 Ocak 2013 10:09)

  • comment image

    esasında asıl devrim mübarek'e karşı yapıldığı halde özellikle mursi üzerinde durulan belgesel film.
    ...
    her kesimden insanın müthiş bir sinerjisi ile tahrir'e dökülen halk 'emek' adalet' 'özgürlük' gibi kavramların bolca geçtiği bir devrim yapılıyor ve mübarek'i tahtından indiriyor. ancak...
    akabinde bekledikleri ancak istemedikleri bir şekilde iradeyi ordu alıyor.
    bu arada ihvan'ın devrimin son zamanlarında meydana çıktığı ve oportünist davrandığı işleniyor filmde.
    burası tam olarak bu şekilde değil..
    neyse.
    ordu yönetime el koyduktan bir süre sonra seçimler için tarih belirleniyor ve yapılan seçimleri mısır'ın mübarek dışındaki tek örgütlü yapısı olan ihvan kazanıyor.
    filmde ihvan'ın devrimciler tarafından istenmediği de işlenmiş.
    yani devrimciler ne orduyu ne eski düzeni ne de ihvan'ı istiyor.
    ancak kendilerinin de bir alternatifleri yok... (bizim en büyük hatamız.... diyerek bu da belirtiliyor filmde)
    ayrıca seçimlerden önce ihvan'ın ordu ile anlaştığı ve devrimi sahiplenerek kendi menfaatlerine kullandığı işlense de sonraki gelişmeler bunu da geçersiz kılıyor zira ihvan toplam 150 gün iktidarda kalabiliyor.
    mursi'ya karşı halk tekrar ayaklanıyor ancak bu sefer karşılarında ordu değil yine halk var...
    çok kan dökülüyor.
    neticede mursi'de asker tarafından alaşağı ediliyor. ya da devriliyor diyelim...
    iradeyi tekrar ordu ele alıyor.
    yani mısır halkı bir paradoksu yaşıyor.
    ortada devrim yapmış ve yapmaya devam eden ama bunu iyi yönetememiş ve yönetemeyen bir halk kitlesi var.
    ve filmden anlaşılan o ki ordu varsa devrim yok kardeşim...
    son bir not: devrimin uluslararası boyutuna neredeyse hiç değinilmiyor...


    (bgashe - 7 Mart 2014 00:01)

  • comment image

    her izleyişte yeni detaylar yakalamanıza neden olan belgesel film. mısır'da, türkiye'de, amerika'da, hong kong'ta insanlar hep aynı şeyi istiyorlar. eşit haklar, özgürlük ve ekmek. kadın, erkek, o veya bu inançtan, o veya bu etnik kökenden ayırt etmeksizin insanca yaşamak. insanca yaşamak yahu.
    gezi'de, tahrir'de, ferguson'da, hongkong'ta, wall street'te bu kadar net, bu kadar açık ifade edilen bu olguyu anlamak ne kadar zor olabilir diye düşüne düşüne delirmek işten değil. elbette ki muktedir anlamazdan gelecek, elbette ki diğer siyasi aktörler çıkarlarına göre kullanmaya, yontmaya, manüple etmeye çalışacak. onlar olmasa, bu olanlar da olmazdı zaten. peki ya sana ne demeli doğduğu günden ölümüne kadar bir takım listelerdeki istatistik rakamlarından ibaret, eğitim, öğretim, sağlık gibi temel hakları elinden alınmış, iş desen hiçbir güvencesi olmayan, sokaklardaki şeffaf insan. sana ne demeli ki hala daha bu sefalete alkış tutuyorsun? hiç mi soru işareti yok kafanda? hiç mi bu kadar insan, bu kadar gencecik çocuk neden ölüyor diye sormuyorsun güzel kardeşim. senin evrende işler bu kadar mı yolunda? aynı yalanlara kaç kez daha inanacaksın? hiç mi sıkılmadın? hiç mi umut yok?

    neyse.


    (miocaro - 27 Ekim 2014 01:24)

  • comment image

    gezi parkı süreciyle tahrir'in bu kadar benzer olduğunu bilmiyordum. bu belgesel sayesinde öğrendim. herkese şiddetle tavsiye ederim.


    (de nada - 12 Şubat 2015 01:56)

  • comment image

    --- spoiler ---

    film sanatın ne olduğunu sorgulayarak başlıyor. benzer filmler ve temel dayanakları bu olmasa da la grande bellezza'i hatırlatıyor.

    hiç kimse hiç kimseye yardım etmiyor. çünkü hiç kimse hiç kimseye güvenmiyor.

    "birinin hayatını kurtarmak ister misiniz?" diyen yardım kuruluşu çalışanını kimse iplemiyor.
    yolda bağırarak koşan bir kadına kimse yardım etmiyor. ancak bir adamın arkasına saklandığında, adam mecburen kendini olayın içinde buluyor. yakınında olan baş karakterimiz christian'dan ısrarla yardım istemese christian yardım etmeye tenezzül bile etmeyecek. olay bittikten sonra nasıl yaptık ama, nasıl kızı kurtardık, çok iyiyiz, biz süperiz tarzında birbirlerini tatmin ediyorlar ama aslında yaptıkları pek bir şey yok. adam üstlerine geliyor. bizimkiler geri çekil falan diyor ve adam gidiyor. bu kadar. üstüne kız zorlamasa yardım etmeyeceklerdi bile.

    christian'a tüm dairelere tehdit mektubu bırakmasını söyleyen zenci yardımcısı, ben yaparım diyor ama iş icraate gelince yan çiziyor.
    kimse dilencilere yardım etmiyor.
    christian kendisine gelen paketi almak için gittiği fast food restoranında (bence) bir şey almayacağı için ayıp olacağından ve etrafta başka insanlar olduğundan dilenciye yemek alıyor. sırf gösteriş.
    cüzdanını aldığında içindeki paraları dilenciye veriyor. aslında para kendisinin değil. hırsızlar tüm süre boyunca parayı cüzdandan çıkarmadan beklemediler herhalde. cüzdanda ne kadar olduğunu hatırlamadıklarından yüklü bir miktar koyuyorlar içine. christian da parayı görünce şaşırıyor. zaten yanında nakit taşımadığını da daha önce öğrenmiştik. yani kendi parası değil, yine gösteriş.
    christian o sülük gibi yapışan çocuktan ve ailesinden en başta özür dilese olay kapanacakken ancak video olayı nedeniyle itibarı düşünce özür dilemeye gidiyor.

    tam hatırlayamadığım bir konu geçiyor. kız bu tam bir paradoks diyor. halbuki paradoksun tanımıyla uzaktan yakından bir alakası yok. duymuş bir yerden sırf kullanmak için kullanıyor. yine gösteriş.
    ice bucket challenge hakkında konuşurken neydi amacı falan diyor. diğer kız bir amacı yoktu ama süper bir olaydı, mükemmeldi diyor. içimden als hastalığına dikkat çekmek içindi amk dedim. neyseki yaşlı abimiz açıkladı. yine gösteriş.

    buton sayacında gördüğümüz üzere insanların büyük çoğunluğu, insanlara güveniyorum yolunu izlemiş ama gerçek hiç de öyle değil. yine gösteriş.

    gelelim en beğendiğim bölüme. oleg davette bir performans sergiliyor. oleg'den yazının devamında goril olarak bahsedeceğim. goril insanları rahatsız ediyor. ilk kurban zenci abimiz. goril sınırları zorlayacak şekilde adamı rahatsız ediyor. kışkırtıyor. geri adım atmıyor. yapacak bir şey bulamayan zenci abimiz modern insanın sorunlarla baş edemeyince sığındığı ilk seçenek olan kaçmak eylemini gerçekleştiriyor. insanları rahatsız etmeye devam ediyor. masaya çıkıyor. bu sefer kurban olarak bir kızı seçiyor. kız açık bir şekilde hatta isim belirterek yardım istemesine rağmen yardım eden olmadı, en son bir adam yardım etti. onun yardım ettiğini görenler, ondan güç alıp onlar da olaya dahil oldu. hiç kimse birine yardım için kendini öne atmaya cesaret edemiyor ama biri ilk taşı atınca ancak bu şekilde yardım etmeye yelteniyorlar. bu bence biraz da insanların kendine güvensizliklerinden, acaba yanlış bir şey yapmış olur muyum veya zarar görür müyüm düşüncesinden kaynaklanıyor. ilk taşı atmak biraz taşak ister ama 10 kadar kişi olaya dahil olduktan sonra gorili linç etmeye başlamak bir korkağın bile yapabileceği bir şey. diğer bir nokta ise gorili linç etmeleri. belki gorilin zarar verdiklerinin hepsi olayın içinde ve bu da gösterinin bir parçası. tamam gorili etkisiz hale getirdiniz de bari meydan dayağı atmayın. (bkz: linç kültürü)

    diğer bir konu ise sınırlar ne olmalı. tourette sendromu olan adama oradakilerin büyük çoğunluğu rahatsız olmalarına rağmen ses çıkarmadı. yine gorilin sanatında! sınır ne olmalıydı? viral video'da sınır aşıldı mı? sınır neresi? sınır var mı? bir çok sahnede buna değindiler.

    modern insan eleştirisini başarıyla yapıp bir önceki filmi turist'in üstüne çıkan ruben östlund altın palmiye'yi hak etmiş.
    8/10

    ---
    spoiler ---


    (dt strangelove - 30 Eylül 2017 03:44)

  • comment image

    eylemsizlik yine ruben östlund'un filminin merkezinde. force majeure'deki bireyselliğin aksine bu sefer toplumun hareketsizliğine savaş açıyor isveçli yönetmen. östlund geniş çerçevede modern sanat dünyasını hicvetse de, kolektif eylemsizlikle birlikte yönetmenin filmografisinden aşina olduğumuz erkeklik halleri ve modern hayatta önüne geçemediğimiz içgüdüler önemli yer tutuyor. the square, kendine özgü kara mizahı ve muhteşem sinematografisi ile eşsiz bir sinema deneyimi. sık rastlamadığımız bir biçimde ilk altın palmiye adaylığında ödülü kazanan ruben östlund, oscar hayal kırıklığı sonrasında güzel bir mutluluk yaşadı.

    danimarkalı aktör claes bang bir çağdaş sanat müzesinin küratörü christian'ı oynuyor. christian ile ilk tanışmamız amerikalı bir gazeteciyi canlandıran elisabeth moss ile röportaj sahnesi. müze önemli bir sergiye hazırlanıyor. christian, neon ışıklarla hazırlanmış "you have nothing" yazısının önünde ve biz film boyunca bir kral çıplak hikayesi izliyoruz. östlund, christian'ı bir bumerang gibi kullanıyor. neredeyse bir kısa film kolajı gibi anlatılan christian'ın gülünç durumlarda izleyici de kendine dönüp bakmadan duramıyor. entelektüel sahtelik, politik doğruculuğun yapaylığı, toplumun birbirine olan güvensizliği seyircinin yüzüne çarpıyor. insani değerlerin azaldığı, yardım isteyene hırsız gözüyle bakıldığı modern toplum ya da bystander effect; çağdaş sanat müzesi ile yaratılan oyun alanı, modern toplumun eleştirisine dönüşüyor.

    yönetmenin senaryo için çıkış noktası da burada başlıyor. christian'ın kare'nin önünde anlattığı hikaye gerçekten östlund'un babasının çocukluğu, film otobiyografik bir yapıya da bürünüyor. the square filmden bir kaç sene önce ruben östlund ve kalle boman'ın yarattıkları bir enstalasyon.

    http://vandalorum.se/…are-ruben-östlund-kalle-boman

    kare'nin amacı kamusal alanda bir güvenli bölge oluşturmak. yaya geçidinin önünde sürücülerin durma zorunluluğuna* benzer bir çözümleme ikilinin planladığı. kare'nin içine giren bir insan yardım istediğinde etrafındakiler imdadına yetişmekle yükümlü. isveç ve norveç'te ikişer olmak üzere, dört tane the square oluşturulmuş durumda şimdilik. christian'ın küratörlüğünü yaptığı sergi de toplumsal güvenle ilgili ve the square bu serginin merkezini oluşturuyor.

    terry notary'in -olağanüstü- maymun performansı filmin ve belki de bu senenin en etkileyici sahnesi. sonunun nereye gideceği tahmin edilemeyen inanılmaz bir sekans. filmde elisabeth moss'un da bir maymunu var, garip ve çok güzel sevişme sahnesinden önce görüyoruz. christian maymuna bakarak kendini görüyor, biz christian'a bakarak kendimizi görüyoruz ve filmin sonunda maymun sanat yapıyor.


    (darth werther - 6 Ekim 2017 13:53)

  • comment image

    70. cannes film festivali'nde en iyi film ödülü olan altın palmiyeyi kazanan, isveçli yönetmen ruben östlund’ın zihin açan son filmi.

    --- spoiler ---

    ruben östlund, öncelikle iğneyi kendine batırarak filmin merkezine, isveç toplumu üzerinden toplumdaki güven duygusunun nasıl zedelendiğini, kaybolduğunu koyuyor.

    filme adını veren kare, herkesin içerisinde eşit haklara sahip olduğu, adeletsizliğin olmadığı, herkesin birbirine yardım ettiği ideal bir toplumu resmeden bir metafor. ancak günümüz toplumları bunun çok ama çok uzağında.

    ana karakter filmin başlarında cüzdanın çalınması ile güven duygusunu kaybeder ve bunun sonucunda başka kişilerin de güven duygularını kaybetmesine neden olacak bir takım eylemlerde bulunur.

    filmin en akılda kalan sekansı, elit ve seçkin konukların bulunduğu ortama vahşi bir hayvan gibi giren adamın olduğu an.

    konuklar, şayet ona bakmazlar ve onunla ilgilenmezlerse kendilerine herhangi bir zarar vermeyeceği şeklinde bilgilendiriliyorlar. ancak inanmaya çabaladıkları güven duygusu, ince bir buz tabakası üzerinde yürümeye benzemekte ve kırılması an meselesidir.

    filmde ruben, güven duygusunun kaybolmasının yanında tüm modern toplumların yüzleştiği göç, yoksulluk, toplumsal sınıflar, eşitsizlik, cinsiyetler arası sorunlar, adaletsizlik gibi problemleri mizah ögeleriyle usta bir şekilde işliyor.

    bir şeyi sanat eseri yapan nedir? sanatta sınırlar var mıdır? varsa bu sınırlar nelerdir ? gibi birtakım düşündüren soruların yanı sıra kadın erkek arasındaki güven kaybına da değiniyor.

    ---
    spoiler ---

    filmi izlerken geçen sene filmekiminde izlediğim toni erdmann'ı aklıma geldi nedense. konu olarak değil ama ben de bıraktığı etki olarak bir benzerlik kurdum. kafanızda soru işaretlerı oluşturmayı başarabilen filmlerden biri the square.


    (marx harikulade - 29 Ekim 2017 23:19)

  • comment image

    filmde o kadar çok şey var ki neresinden tutup anlatsan bir diğer parçaya hakaret olur. ikinci bölümdeki hikayenin ağır işleyişi izlenme dinamiğini bozsa da, aslında oldukça anlamlı.

    spoiler

    - iskandinavların fazlaca sevdiği brecht'in etkisi, öykünün sonunda adamın dönüşümüne ilişkin ilginç bir ifşa. iskandinavlara bin selam.

    - film postmodern durumu özetler bir sekansla açılıyor. alan ve alandışı olan ile, sergilenen ve sergileme dışı üzerine müzenin web sitesinde yayınlanan sözleri açıklayamayan bir başküratör var... komik. çünkü postmodern durumun gereği bu.
    muhtemelen editör, ilgi çekici ve sıradışı bir anlam yakalamak için, birbirinin zıttı argümanları kullanarak anlambirimcikler oluşturarak kafa karıştırmaya uğraşıyor. aslında kafa karışıklığı da değil. imgeler yardımıyla aynı anda, kısa ve birden çok anlam üretmeye çabalıyor. bize laf salatası gibi geliyor ancak içinden geçtiğimiz dönem bilgiyi böyle üretiyor. ancak başküratörün bunlardan haberi bile yok. belli ki tanınan bir yüz olması sebebiyle bu işin başına getirilmiş.

    - cüzdan ve telefonun peşine düşmesi... meta tutkusunun öykü düzlemine yerleştirilmiş haliydi. nefis bir güzelleme... iletişim yolu olarak da bir fast food dükkanın kullanılması, kapitalizmin can damarlarında dolaşan bir öykünün de yolunu açıyor böylece.

    - çakıllarla oluşturulmuş yığınlar, sandalyelerle örülmüş bir anıt ve yanında devrik duran tek sandalye. başlı başına inanılmaz derece anlamlı.

    "aslında bu salak müzenin söylediği"
    sanat eseri olduğu iddia edilen çakıl yığınlarıyla, sanat olduğu iddia edilen yapıtların günümüzde sabun köpüğü kıvamına geldiğini, üflesen devrilecek, unutulacak, hatta süpürülecek bir yığından ibaret olduğunu söylüyor. elbette yönetmen de bu yeni bağıntılarla dalgasını geçiyor. iyi de ediyor.

    sandalye yığını ve yanında tek devrik sandalyeden de bolca anlam çıkar elbette. görüldüğü üzere son derece ucuz ve ederi değil anlamı yoğurma hedefi güden dadacı algının 2000'lerdeki savruk modellesiydi. onun önünde yapılan aşk-birliktelikler ve erkeğin gücüyle kadının duygusallığı arasına sıkışmış diyalog müthiş bir örüntü sunuyor. yönetmene bayıldım.

    - kendi çocuklarına, sadece sesini yükseltti diye defalarca özür dileyerek af isteyen burjuvazinin ürettiği baba figürü, alt tabakadan hakkını arayan bir çocuğa -merdivenlerde- üstten bakarak şiddet uygulayabiliyor. ancak çocuğun yardım çığlığına dayanamayan vicdan, günah çıkarma güdüsüyle harmanlanmış bir arayışa yöneliyor. güzel bir dönüşüm.

    - kimse birbirine güvenmiyor ve kimse birbirine yardım etmiyor. başkarakter dilenciden yardım isteyecek kadar sesini yalvaran bir tonaja indirebiliyor. birkaç sahne sonra görüyoruz ki o poşetlerle eve dönülmüş ve dilenci gerçekten de onun istediği şeyi yapmış...

    - evinde maymun/goril besleyen hatun. ikili sevişirken son derece kültürlü bir biçimde koltuğuna kurulan evcilleştirilmiş maymun. müze galasındaki yemekte gördüğümüz evcilleştirilemeyen maymun. sevişmedeki duygusuzluk ve makineleşme. adamın kadını hamile bırakma kaygısı ve akabindeki çocuk sevgisi. müthiş örtüşmeler.

    - yemekte, ormandaki vahşi bir hayvanın tepkileri dile getirilerek bir oyun başlatılıyor. gerekli doneler seyircilere/katılımcı oyunculara veriliyor.
    henry thorau, boal gibi adamlardan öğrendiğimiz bişeyler var... burjuvazi ve orta sınıfı; sokak ortasında ve hiç beklemediği güvenliksiz bir alanda, dramatik çatıya katarak ve oyunun içine çekerek, şok estetiği yaratarak içsel bir öğrenme mekanizması sağlanması, görünmez tiyatronun ciddi argümanlarındandır. film, geçmiş yerine; şimdi ve geleceğe kapı açan bir müzeyi merkeze koyarak, zaten her şeyi tersine işletiyor. burada da görünmez tiyatroyu tersine işletmiş. kuralları belli ancak güvenliksiz bir karakterle katılımcıyı başbaşa bırakmış. mükemmel bir oyunculuk performansı ve eşi esir alınmış olmasına rağmen oyundan vazgeçmeyen (ucunda tekinsiz bir tehlike var çünkü) hayatını tehlikeye atmayan ve oyunun içinden bir türlü çekilemeyen koca... ardından tek bir kıvılcımla başlayan ve çığa dönüşen örgütlü bilincin vurgulanması, harikulade.

    filmde ne ararsan var ve her karesi ciddi okumaya açık.

    öykünün merkezine konulan "güvenli kare", güven altındaki benlik, imajı tehdit edildiği an kareyi terk edip kaçan burjuva küratör. oyunun, çerçevesi (yani karesi) bilinen/sınırları bilinen bir alandan dışarı taşıp, aşırı gerçekçiliğe dönüştüğü an, keyif veren zeminden ayrılıp tekinsizliğe sürüklenmesi ve bu nedenle oyunun sonlandığı yerde başlayan şiddet. insanlara güvenirim diyen insanların metalarını tekinsiz yerlerde bırakmak istememesi. gibi gibi sayılacak ve üzerine konuşulacak o kadar şey var ki. birkaç kez daha izleyip filmi deşmek çok zevkli olabilir.

    ellerinize sağlık.

    spoiler falan


    (29 mayis 1453 gunu hasta olan yeniceri - 3 Kasım 2017 23:34)

  • comment image

    ruben östlund'un 2017'de cannes film festivali'nde altın palmiyeyi kazanan filmi.

    ---spoiler---

    filmin hayatın ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermiş olan bir dolu film gösterebiliriz. östlund bunu en iyi yapanlardan biri: şaşırıp da birilerine birer rol biçmeye kalktığımızda yanıldığımızı er ya da geç görüyoruz.

    filmde buna en belirgin örnek christian'ın "maymun adama" verdiği rol. o nezih toplumu, yemekte, önce hafiften rahatsız eden maymun adam giderek salonda terör estirmeye başlar ve kendisine işaret edilen noktayı geçer. işin tadını kaçırdığı yer yaptığı işin tadını çıkarmaya başladığı yerdir. laftan anlamayınca darp edilerek (belki de linç) durdurulur.

    açılacak sergiyle ilgili söyleşide salonu dolduranların (figüranlar) hemen hepsi kendilerinden bekleneni yerine getirirler; ancak biri (psikiyatrik bir hastalığı olduğu söylenen bir dinleyici) bilinçaltını konuşturmaya başlar. ve bir türlü durdurulamaz. söyleşinin içine edilmiş olur.

    açılacak serginin tanıtımı ile ilgili olarak, tutulan pazarlama şirketi, kamuoyunda ilgi çekmek için bir tanıtım filmi hazırlar, müze yönetiminden habersiz olarak, kendi bildiğini okuyarak, kamuoyunu şoke eden bir filmi youtube'da yayınlar. sonuç müzenin sanat yönetmeninin (christian'ın) canına okuyacaktır.

    christian bir ara kendisiyle röportaj yapmış bir hanım kızla mercimeği fırına verir. ancak bunun sonuçları düşündüklerinin ötesinde olacaktır. kaldı ki hanım kız (adı anne) christian'ı başta uyarmıştır: kendisine biçtiği rol ile iktifa etmeyecektir (tuvalet kuyruğunda beklerken o psikiyatrik hastayı hatırlatır christian'a; christian bir şey anlamaz). anne az değildir; uyarmadan hiçbir terslik yapmaz. kendi evindeki sahici maymunu (küçük boy bir orangutan mıydı? yanılıyor olabilirim) christian'a göstermeden yatağa girmez.

    christian sahiden tuhaftır. hayatta yaşadıklarından asla ders çıkar(a)maz; bilakis hayatta yaşadıkları ona ilham verir.

    ---
    spoiler---

    tabii ki filme başka açılardan da bakabiliriz. zaman bulursam yazacağım.

    edit: matbaa hataları.


    (invulnerable - 5 Kasım 2017 11:59)

  • comment image

    fular takmak için fular takanlarla acayip dalga geçen bir filmin, "fularlı filmi" denilerek eleştirilmesine üzülsem mi sevinsem mi bilemedim. ilk yarısındaki tempo sıkıntısı ve uzunluğu dışında oldukça güzel bir film. biraz sabredince ikinci yarı çok güzel bir şekilde ilerliyor.

    bundan sonrası filmle ilgili spoiler içerir:

    aslında yukarıda bahsettiğim bu eleştiriler bile filmin ne kadar doğru bir noktaya parmak bastığını gösteriyor. sanatı kendi tekeline almış, sınırlarını kendi keyiflerine göre belirleyen, kaba tabirle kendileri çalıp kendileri oynayan insanları acımasızca -ve haklı olarak- yerden yere vuruyor film. bu kesimi anlatırken bir yandan da sınıf ayrılıklarına, ırkçılığa, güvensizliğe, toplumun duyarsızlığına güzel geçişler yapıyor.

    isveç ya da türkiye fark etmeksizin, bir tarafta temel ihtiyaçlarını ancak karşılayabilen; dolayısıyla çalışmaktan, birileri için üretmekten ve sömürülmekten başka bir şey yapamayan elleri kolları bağlı "varoşlarda" yaşayan insanlar ve öte tarafta bambaşka bir dünyada, yanında nakit para bile taşımadan bir çakıl taşının yerinin değişmesi ile bütün gün uğraşabilen diğerleri... her iki kesim de birbirinden korkunç şekilde kopuk, bambaşka bir dil konuşuyor; önyargılılar ve güvensizler.

    biz bu ilk kesimi pek göremiyoruz ya da sadece christian'ın gözünden görebiliyoruz. "onlar" yaklaşılmaması gereken tehlikeli insanlar. film belki de bu yüzden bazı insanlara hitap etmiyor. christian o sevmediğimiz, karşısındakine tepeden bakan, "söyleyeni entel gösteren kelimeler" kullanan, garip garip festival filmlerine giden, şarap eşliğinde saatlerce arkadaşları ile bunun tartışmasını yapan ve en önemlisi bunu sürekli egosunu beslemek için kullanan bencil "entel"in teki. onun gözünden bakmak, onun hikayesini izlemek kolay değil. tahammül etmesi zaman zaman zorlaşıyor, çünkü karakter(ler) gerçek.

    yukarıda filmle ilgili birçok detay verilmiş, dolayısıyla ben tekrar etmek yerine filmin kendim için harika diyebileceğim, aslında filmin özeti sayılabilecek üç sahnesini yazıp bitireceğim:

    -christian ve anne seviştikten sonra çıkan kondom tartışması

    -goril adamın performansı

    -christian ve göçmen çocuğun yüzleşmesi

    kendi içinde çok güçlü ve anlamlı sahnelerdi.

    insana ve topluma dair kafamda soru işareti bırakan, filmden çıktıktan sonra beni düşündüren filmleri seviyorum. işleyişleri bambaşka olsa da bu anlamda bu sene nelyubov ile birlikte seyrettiğime en mutlu olduğum film diyebilirim.

    edit: anlatım bozukluğu


    (cay posetinin hazin sonu 2 - 7 Kasım 2017 20:08)

  • comment image

    başka sinema sağolsun izleyebildiğim filmdir.

    --- spoiler ---

    öncelikle filmin fazla uzun olduğu eleştirisine ben de katılıyorum. zaman zaman tıkandığını düşündüm hikayenin.
    film boyunca birileri birilerinden yardım isteyip görmezden gelindi durdu. iki istisnasını izledik bunun. birinde yardım isteyen taraf zorunlu kıldı yardımı, diğerinde dilenci sanırım kendisinden ne istendiğini tam olarak anlamadığı için yardım etti/zorunda kaldı. (?)
    filme adını veren enstalasyonun manifestosu ve baş küratör'ün babasıyla ilgili anketodda bahsettiği üzere yardım ve dayanışma kültürünün uğradığı erozyon neredeyse kör göze parmak sokar gibi anlatıldı.
    modern sanat nedir? süpürülüp çöğe atılabilecek bir şey mi? insanlarla etkileşim kurabilmek mi? yemekteki goril, bir performans sanatı mı icra etmektedir? sınırı nedir? gibi gibi bir sürü soru sordurup üzerine düşündürtüyor film.
    ben oldukça başarılı buldum, biraz daha kısa olsa herkese tavsiye edebilirdim.
    yazmayı unutuyordum neredeyse, filmde bir de hak arama mevzusu var ki, modern toplumu ve bireyi yerden yere vuran, hem perdede parça parça kendimi ve etrafımdaki insanları gördüğüm için ciddi rahatsız oldum hem de yönetmenin anlatımına hayran kaldım.
    ---
    spoiler ---


    (kanirtan bobrek tasi - 8 Kasım 2017 09:32)

  • comment image

    "kare".

    bazı insanlara bu gibi filmler çok uzun gelse de filmin içine girip düşünmekten, kafa yormaktan kendini alamayan tipler için bazen "film biraz daha devam etseydi" hissi uyandırır. yani o kısır döngü olarak algılanan sahnelerde daha farklı açılar yakalaya biliyorsun. -zeki demircubuk'un "kor"unun allah belasını versin, zenon yaptı bizi pezo. çıkar-düşür-çıkar... bu bokunu çıkarmaktır-. az önce örnek verdiğim gibi bunu herkes başaramıyor. ama bu filmdeki tekrarlar yerindeydi, sahneler boş değildi.

    ismine takılmadan esas oğlana eleman diyeceğim. hem bu yazdıklarımdaki samimiyeti artıracağından yerinde olacaktır.

    elemanımız küratör, camiada popisi var, entel gözlüğü var. pozisyonun gerektirdiği hayatı yaşıyor yani. insanların birbirine güvenine/güvensizliğine ilişkin sanatsal bir işe girişiyor. aslında amacı farkındalık yaratmak.

    ama elemanımızın altını eştiği "güven" olgusunun yaşamında yer almadığını/alamadığını görüyoruz. ben bu iki kelimeden "alamadığını" seçiyorum. yüzeysel sanatsal bir aktivite yapmanın ötesinde (ki filmde zaten elemanımız evriliyor) içselleştirdiği bazı sorunlar var.

    sergide bu sorunları dile getirmek, bu sorunla yüzleşmekten daha kolay. ama iş pratiğe gelince yapamıyor. diğer tarafla iletişime geçmede sıkıntılar yaşıyor. bu hepinizde olan eksiklik. bıdıbıdı sabah akşam konuşup, sorunları dile getirip bir bok yapmayan güruhun aynısı diyebiliriz. ama elemanımız bazı kırılmalar yaşıyor, bu da onun ötekilerle iletişime geçmesini sağlıyor.

    burada elemanımıza çok yüklenmemek gerekir. çocuğa gönderdiği videoda günah çıkarmasını yaparken bunu görüyoruz. her temas ettiğinde yaşadığı ikilemi görüyoruz. bazen kazanan bazen kaybeden tarafta olduğunun bilincine geç de olsa varıyor.

    elemanımız aslında fuları olan iyi biri. o da sisteme kendini kaptırmış, sistemin geliştirdiği bazı araçları kullanarak yapay bir dünyada esaslı olmayan günah çıkarmanın içine hapsolmuş. yapaylığın farkında buna buluğu çözüm oluşturduğu -kendince- daha az yapay bir dünya. mesela özgürlük, özgürlüğün sınırı sorgulaması falan, çakış taşlarına yaklaşımı. hem içten hem değil. ikilemde yani.

    gorilimizin sergilediği performansa yaklaşımı da bunu destekler nitelikte. onu kontrol altına alma hamlesini geciktirmesi gibi. gorilin gelip rahatsızlık verip tedirginlik oluşturduktan sonra konukları rahat bırakarak onlara iç huzurlarını kazandıracağı hedeflenirken beklenmedik gerçeklik karşısında korkuya kapılırlar. bunun karşılığını vermeleri çok geç olur. insanları yardım etmekten alıkoyan o "korku". bizim bunu yenmemiz gerekiyor.

    fedakarlık bile sayılmayacak iyililer için konforunuzdan gram ödün vermiyoruz.

    "aman bana bulaşmayın" diyen bencil tayfa bir tarafta, birşey diyemeyen ama demeyi isteyen cesaret yoksunu ürkek tayfa bir tarafta, sürüden yana taraf olan risk almayan kendi vicdan hesabını gördüğünü sanıp rahat uyuyabilen tayfa bir diğer tarafta...

    vicdandan söz ediyorsan rahatını bozacaksın arkadaş, o çöpleri yeri geldiğinde didik didik etmeyi bileceksin.

    not: birçok açıdan değerlendirilebilir. ben bizim elemanın içinde bulunduğu durumu irdeleyeyim dedim.


    (yuzdedoksanegim - 12 Kasım 2017 23:24)

  • comment image

    şimdiye kadar yapılmış en iyi modern sanat ve ifade özgürlüğü eleştirisi. az önce beyoğlu sinemasında izledim. izleyecekseniz beyoğlu sinemasının ayakta kalmasına destek olmak için gidip orada izleyebilirsiniz. koca salonda 5 kişiydik.

    sadece filmin basın toplantısı sahnesini izleyerek ne anlatmaya çalıştığını anlayabilirsiniz. filmi beğenilmesi beğenilmemesi durumlarını anlayabilirim ancak filme zaman kaybı demek çok acımasızca. bu filme zaman kaybı diyorsanız gidin prime time dizileri izleyin abi. evet süresi uzun denilmesini de anlarım ama temposuz bir film değil ki. puanım 9/10


    (i am busy cant you see - 14 Kasım 2017 15:47)

  • comment image

    şimdi ben sizin çantanızı alsam ve sanki matah bir haltmış gibi sergi salonunun ortasına koysam, bu onu bir sanat eseri yapar mı?
    “hıaaağyıır, tabiii ki yapmaaaaz” diyen salozları kenara alalım, onlar sanattan anlamayan bir avuç lümpen.
    evet, yapar.
    sen benim mabadımı kaldırmışsın, bana küratör bey aşağı, christian abi yukarı diyerek gazı vermişsin. o halde ben neye tevessül etsem o sanat eseri olur.
    filmde, performans sanatçımız oleg, ortalığı tarumar ederken “yav vardır christian’ın bir bildiği, sanat sonuçta” diyerek sallamıyor isveçli creme de la creme mensupları. oleg dayı en sonunda davetlilerden birini alenen becermeye kalkınca akılları başlarına geliyor.
    “yavu sanat dediysek o kadar da değil”
    sanatın her koşulda sanat olmayacağını, bazı şeylerin ters gittiğini fark etmeniz için illa becerilmeniz gerekebileceğini anlatmış sevgili yönetmenimiz ruben östlund.
    ve bu seneki en iyi yabancı film oscarındaki favori atım “the square”...
    ve kuşkusuz ödülü alacaktır da.
    velev ki alamadı, göğsüme simle “i love you trump” yazıp protesto edeceğim akademiyi. hem performans sanatı olur hiç yoktan.


    (dramatis persona - 19 Kasım 2017 20:15)

  • comment image

    --- spoiler ---

    modern sanata samimiyeti yerleştirince inanılmaz bi hal alabiliyormuş. gerçek olanın korkutucu yüzüne dayanamayan burjuvazilerin sonu da denilebilir. son zamanlarda izlediğim luis bunuelvari güzel film.

    ---
    spoiler ---

    not : evet film bitmiyor.


    (o hikayedeki mal - 22 Kasım 2017 21:06)

  • comment image

    biri bergman reyizin 50 yıl önce çektiği film ile the square filminin ne kadar benzer olduğunu, 50 yılda hiç birşeyin değişmediğini, dünyayının gittikçe daha da boka batmasının insanların, savaş evlerinin içine girene kadar ses çıkarma cesaretini gösterememesinden kaynaklandığını ve insanların utanma duygularını kaybettiğini yazsın.

    ben üşeniyorum.

    (bkz: skammen)


    (nikolay romanovic karamazov - 26 Kasım 2017 22:28)

Yorum Kaynak Link : the square