• "argoda arsız, utanmaz kimse. mecaz anlamda yaradılış, öz nitelik. dişi deveye de denir; özellikle bulmacalarda çok sık çıkar. aynı zamanda bir halk türküsüdür."
  • "bir arı markası"
  • "albümün düzenlemelerini kim yaptıysa müzik bakanı olmalıdır. kusursuza yakın iş çıkarılmış."




Facebook Yorumları
  • comment image

    eveet. tavşan boku gibi kokmaz bulaşmaz entrylerimden birini daha yazacağım. evet son zamanlarda iyice köy yanar deli taranır oldum. memleket aldı başını gitti, suskunuz. he ya suskunuz. neyse. onlar ayrı meseleler. konumuz mayanın yararları.
    efendim bendeniz paspal bir insanım. öyle bakımlı biri değilim. kendime bakmaları bilmem, makyajlar maskeler bilemem. tek bildiğim şey parfümdür, onun da kitabını yazarım ama o da ayrı bir konu. diyeceğim şudur ki ben gibi bakımsız biri bile bu maya olaylarına dadanıyorsa vardır bir hikmeti.
    bildiğiniz gibi yalan dünyamızda kanserojen maddeler içeren envai çeşit kozmetik malzemeleri, zavallı hayvancıklar üzerinde denenen makyaj malzemeleri, öküz gibi paraya satılıp da bir boka yaramayan kremler, püsürler mevcut. hızla bunlara karşı olan bir ekol gelişiyor ki şudur: yiyemediğim bir şeyi saçıma-yüzüme sürmem ekolü. katılıyorum. doğru. her bokun içine basmışlar silikonu, millet iyice zehirlendi, ağızdan aldığımız yetmedi hormonu zehiri, bir de sürdüklerimizde var bol miktarda. hiç gerek yok. siz gelin beni dinleyin. sadece "kız entrysi" değil bu. erkekler de yapabilir.
    yararı yoksa zararı da yok bir diğer slogan. yani kanser yapmaz en azından. ayrıca maya ultra süper yararlı vitaminler içeriyor içinde. b vitamini başta olmak üzere. hatta içiniz yer yer. her zaman değil. cilt pullanınca, yorgun hissedince falan. bir parça mayayı suya atın, burnunuzu tıkayın, için. mestan içiyor. demek ki yararlı.
    bu mayadan iki şey için maske yapılabiliyor. biri saçlar, diğeri de cilt. saçımız dökülüyor, dipleri kaşınıyor, azalıyor, soluyorsa, benmari usulü ısıttığımız bir çay bardağı kadar saf zeytinyağının içine ezilmiş mayayı atıyoruz. (ben bunu bir kez kuru maya ile yaptım, bir türlü erimedi içinde zalım. tam randıman alamadım. bu yüzden daha sonraki yapışımda yaş mayayı azcık sütle iyice ezip ısıtılmış zeytinyağına kattım.) sonra bunu saça sürüyoruz. streç filmle sarıp 2 saat kadar bekliyoruz. sonra yıkıyoruz. ha bu olmadı mı? o zaman mayayı biraz ılık süt ve bir kesme şekerle mayalandırıyoruz, yani azcık sıcak ortamda bekletiyoruz, bu kabarıyor, sonra bunu saçımıza sürüyoruz. yine sar ve beklet olayları. arzuya göre içine yumurta sarısı veya bal ilave edilebiliyor. harikulade saçlar, öyle einstein saçları gibi kabarmayan, ahenkle dans eden saçlar bu maskeyi hafta bir kez yaptıktan sonra garanti. kesin. net. dökülme duruyor. erkekleri de ilgilendiren kısmı burası zaten.
    cildimiz içinse şöyle: toz maya da oluyor ama yaş mayayı birkaç kaşık sütle eritiyoruz, tasın içinde, sonra bunu yüzümüze sürüyoruz. kuruyor 15-20 dakika içinde, çatlıyor geriliyor, rahatsız olmaya başlayınca yavaşça suyla yıkıyoruz, hayde bir daha, hayde bir daha derken tastaki maya bitene kadar yapıyoruz. cildimiz ışıldıyor ki anlatılamaz. siyah noktalarımızı da kurcalayabiliriz akabinde. onlar da gidici. eğer derseniz ki cildim yağlı, bir iki damla limon sıkın, parlasın derseniz bal katın, azcık kuru derseniz gül suyu damlatın. buna da yumurta sarısı katanlar varmış, ben katmadım bilemem. ayrıca göz çevresine sürülmez ilkesini yıkıyoruz. çok reformist bir hareket farkettiyseniz. göz çevremiz dahil. yusyumuşak, içimizde ışıldak varmış gibi böyle. güzel oluyoruz.

    yalnız öyleee biiir kötüüü kokuyorki akabinde, bunu da söylemeliyim. yıkanınca da tam gitmiyor ama olsun. öyle yürüdüğümüz yerde havada asılı kalmıyor yani kokusu. ama eloğlu/elkızı yakın temasla koklarsa dersiniz artık, bebeyim senin için güzelleşiyorum, maya sürdüm falan fıstık. ben mi öğreteceğim yalanı dolanı?
    mestan için maya sulandırıyorum muntazaman. o yalıyor kaptan, ben de sürüyorum saçıma cildime. öyle de bir deli evine döndük. pimpisiz. iğrenciz.
    yalnız sakın ha sakın buzdolabında yaş mayayı unutup da kokutmayın, dolabı atarsınız valla öyle bir kokuyor ki. aman dikkat unutmayınız. hayattan soğursunuz, mutfaktan çıkar ve gidersiniz.


    (knidos - 10 Nisan 2013 02:12)

  • comment image

    seçimlerimiz, hatalarımız, aşklarımız, kararlarımız, dostlarımızdır. her biri hayatlarımıza çaldığımız mayadır. kimisi tutar. kimisi tutmaz. en güzelini de tezer özlü söylemiş zaten:

    "insanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. yazdıkları, okumak istedikleridir. sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir."


    (anouschka - 21 Eylül 2013 23:45)

  • comment image

    bozcaada'da, adanın ortalarında, merkeze 5km kadar bir mesafede yer alan restoran. türkiye'de şu ana dek yemek yediğim en başarılı işletme.
    öncelikle, yolda mekana ait bir tabela veya yönlendirme yer almıyor, yani tesadüf eseri burayı keşfetmeniz pek mümkün değil. rezervasyonsuz, ayak üstü uğrayabileceğinz bir yer de değil, mutlaka önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor; elitçi olduklarından değil, popüler bir yer olmasalar da bilen biliyor burayı, bu yüzden her zaman full çekiyorlar.
    mekan tarlamsı, ağaçlarla bezeli yeşilliklerle dolu bir yere adeta gizlenmiş durumda. geç kahvaltı da veriyorlar, fine dining stili akşam yemeği de. kahvaltılarını tatmadım, ben direkt akşam yemeğinden bahsedeceğim. fiks menü çalışıyorlar, fiyat 120tl. önce peynir tabağı, doğal ekmek ve ev yapımı şarap geliyor. peynir tabağında gouda, çedar, rokfor, otlu peynir vb, ceviz ve üzüm mevcut. peynirler dinlendirilmiş ve oldukça güzel. ev yapımı şarap muhteşem; cabernet sauvignon - kuntra kupajı. peynirden sonra mevsimine göre mezeler gelmeye başlıyor. her biri çok iyi ve özellikli. farklı dokunuşuyla ağza ilginç bir deneyim sunan tarçınlı bademli taze fasulye (yaz-sonbahar sezonu mezesi) ve keçi peynirli kabak (kış-ilkbahar sezonu mezesi) en güzelleri. mezelerle birlikte dana carpaccio da servis ediliyor; yumuşacık ve damakta anında eriyor: kusursuz. bu arada şarap akmaya devam ediyor. yemeğin sonunda mekanın sahibi selçuk tercihinize göre antrikot veya bonfileyi masanıza getiriyor, yemek istediğiniz miktarı size işaretlettirip, gerçekten istediğiniz kıvamda eti pişiriyor (az pişmiş sevenler pespembe bir ziyafete hazır olsun). tatlı olarak damla sakızlı muhallebi veya cheesecake seçebilirsiniz.
    maya, bozcaada'ya gelen herkesin mutlaka uğraması gereken bir yer. bozcaada'ya, sadece maya'ya uğramak için bile gelinebileceğini iddia edebilirdim, rum mahallesindeki birbirinden güzel rakı restoranları olmasaydı.


    (kimi raikkonen - 19 Mayıs 2014 13:11)

  • comment image

    onca beton yığınının arasında, asfaltlara dahi direnen bir çiçek vardır ve koca beton yığınlarını, asfaltı tek bir çiçek güzelleştirir ya hani... işte bu albüm bana tam anlamıyla o çiçek hissini veriyor.

    mabel sen var ya şu çirkin dünya’yı inatla güzelleştirmeye çalışan bir çiçeksin.


    (edasi - 21 Haziran 2018 19:56)

  • comment image

    öncelikle şunu söyleyeyim; ben bir müzik eleştirmeni değilim. hayatıma amatör anlamda 2 yıllığına bir bağlama girmiştir; daha kısa bir süreliğine de gitar… ben bir ‘nitelikli müzik’ avcısı da değilim. ama altyapıya -söze ve düzenlemeye- ses kadar önem vermeyi de uzun süredir dikkat eden bir müziksever olarak kendimi tanımlamam yanlış olmaz. grek buzukisine de, fransız chansonlarına da aşinayım; herhalde başka hiçbir şey dinleyemeyecek bir durumda kalsam bu iki grupta sanatını icra etmiş müziyenlerle bir ömür geçirebilirdim.

    3-4 yıl evvel, bir yaz akşamı, ailecek yapacak hiçbir şey bulamadığımız bir akşam, ahmet kaya’yı anlatan “uçurtmam tellere takıldı” isimli belgeseli izlemek aklıma geldi. babam, 60 yaşına merdiven dayamış tüm sosyal demokratlar gibi, zülfü livaneli ve ahmet kaya’yı hayatının belirli bir döneminin epey de ciddiye aldığı bir köşesine yerleştirdiği için çok da sesini çıkarmadan kabul etti bu teklifimi… derken, belgeselin bir yerinde, ahmet kaya’nın ortaköy kültür merkezi’nde yalnızca kendisi ve bağlaması ile çıkıp verdiği resitalden görüntüler devreye girdi. babam ve annem duygusallaşmıştı; ahmet kaya’nın ilk konserlerinden biri değildi belki ama şafak türküsü ortalığı kasıp kavururken yeni evli bir çift, o kültür merkezi’nde hem de kaya’yı canlı dinlemişti: annem ve babam…

    ne kadar şanslılarmış… benim hiç böyle bir an’ım oldu mu diye düşündüm. olmuştu, yıllar geçtikçe daha da güzel gelen bir anı… 2011 yılıydı. okul bitmiş, ankara’da son günlerim… eski görkeminden uzak, ankara sanat tiyatrosu’nda genç bir müzisyenin konserine bilet aldım; genç dediysem de ben ondan 3 yaş daha gencim; onu da söyleyeyim. topu topu 3 ya da 4 bestesini biliyordum; youtube’dan... filler ve çimen en çok da… siyah dar paça pantolonu, kırmızımsı bir gömleği, gömlek askısı ve gitarıyla bir çocuk çıktı sahneye… hafızam bana kötülük etmiyorsa, aynı ahmet kaya gibi, sadece gitarı… sağında solunda kimse yoktu. başka bir enstrüman yoktu. sadece gitarı… öyle amatör bir atmosferde, ses sisteminin müthiş olmasını beklemiyorsun. nitekim gitarını çalarken bir yandan sürekli sesçi arkadaşa parmak işaretleri yapıyor; “bana bunu yapma” der gibi, heyecanla 1-2-3 şarkılarını söylüyordu. filler ve çimen, arafta, peruk gibi hüzünlü… çok şanslıydım.

    7 yıl geçmiş. mabel bu kadarcık kısa bir zamana 4 albüm sığdırdı. hem de her albümünde daha da parladı. tek atımlık barut olduğunu düşünenlere, sesine saygı göstermeyenlere, aktivist kimliğine takanlara vura vura, putlar ormanını baltalaya baltalaya ilerlemeye devam etti. her bir albüm için arayışlara girdi; her bir albümü terzi titizliğiyle birbirine dikti. dikti de, her albümün birer yap-boz parçası olduğunu düşünmüyorum. son albümün atmosferine de gönderme yapayım; babaannemin terziliği onunki… mabel’in tavrı belki yokluktan kaynaklanmıyor ama babaannem, evde yırtık, eskimiş çarşafların, yastık kılıflarının (bu belki tek bir bütünde 25 parçadan oluşuyordu) en sağlam bölümlerini alır, birbirlerine diker; en son tek bir parçayı arkasına astar yaparak bahar aylarında kullanabileceğimiz, muhacir diliyle “parçeli örtü” yapardı. ortaya çıkan bütün, dünyanın bütün renklerini içerir; şekilsiz gözükür ama birleştiğinde en güzel, en serin ve en bazen en sıcak örtüye dönüşürdü.
    haddime filan değil, mabel bu 2011-2018 yılları arasında bence bütün bir hayatından birikenleri, çocukluğunu, ilkgençliğini, türkçe popu, anadolu motiflerini aldı, parçalı örtü gibi birbirine yamadı; en son arkasına evrensel bir kılıf geçirip kendi tarzını oluşturdu. öyle ki ben mabel’i ve soundunu dinlerken karacaoğlan’a, derdiyoklar’a, gülay’a da gidiyorum; bowie ve morrissey’e de…

    sanat ve sporun çeşitli dallarında uğraşanların sanırım en sevmediği soru “kendinize idol olarak kimi görüyorsunuz?”… ben bu soruya dürüstçe cevap veren birini nadiren görmüşümdür. böyle basit bir soru, herkes kendi hikâyesini örerken ve tam da yıldızının parladığı an gelmişken, çocukluk rüyalarının tebessüm eder bir ağız eşliğinde çiğnenmesi gibi geliyor bana. “ya tabi ki etkilendiğim birileri var ama ben, ben, ben, ben”; “kendimden başkası beni etkilemiyor”; “idol kimseyi göremem çünkü benden önce herkes eksikti”… işte mabel, yoğurmakta olduğu tarzını (4 albüm sonrasında, beşinciye birikenin daha da fazlası olacağını tahmin ediyorum) hiçbir zaman kendisinin cevherine mal etmedi. onu biz dinleyiciler yapabiliriz zaten: ”ya bu çocukta başka bir şey var; hiç kimseye benzemiyor ama herkesi çağrıştırıyor”. mabel bu konuda da net davrandı; yıldız tilbe, nazan öncel, sezen aksu okudu; teoman, sıla, ceylan ertem ve göksel ile birlikte şarkılar yarattı ve söyledi; nihayetinde maya albümünde “yıldızların peşinde” şarkısıyla altın vuruşu gerçekleştirdi:
    “zeki, sezen, ajda, tarkan / barış, aysel, müjde, türkan / onlar değmiş gökyüzüne / kimmiş korkan yıldızlardan? / uçtum uçtum, uçabildiğim / kadar açtım her kapıyı / şairlerden çaktım yuttum / şöhretin şaşmış hapını”

    albümün her bir şarkısı üzerine sayfalar yazılabilir. yazılıyor da… a canım, fırtınadayım, sarmaşık, ayrılık buna denir... ben hiçbir şarkısını ayrıca alıp değerlendirmeye kıyamıyorum; o birbirinden farklı, nitelikli düzenlemeleri yorumlayabilecek kafam yok açıkçası. ama birkaçına değinmeden geçmemek olmaz. dertli sazımızın “boyalı da saçların” diye bir parçası var ki… “cigarası da tüter, canım acısından yorgun/ kendi dalına düşman bu çiçeği nasıl sevsin?” sözlerine vurulmazdan evvel, devreye giren zurnanın yüreği delip geçmesi…
    “çukur” parçası da öyle, o sözler, o düzenleme, o midi tonları… “kükrediler, durmadılar / körpe kanadım kırdılar / susma gönül, söyle anam / ben bu evlerde duramam”.
    “mükemmeli”: “sandım zorla güzellik olur / istedim ki beni sevsinler / öğrenmedi kör olası kalbim, kurudum bak / beni benden almayana açmazdım çiçek”.

    sözün bir özü yok, 30 yıllık hayatımın en iyi türkçe albümü, 2’si alternatif versiyonlu
    23 parça... dinleyince hak vereceklere selam olsun. elinde gitarıyla birden ortamıza düşen çocuk, çocuğunu öldürmeden büyümeye devam ediyor. bu kez çok daha kalabalık, çok daha açık-seçik, üryan, daha cüretkâr…


    (sherlockun afyonu - 2 Ağustos 2018 20:23)

  • comment image

    2018 yılının en iyi albümüdür. tarkan’ın karması ya da mvö’nün dünya yalan söylüyoru çıtasında bir kaliteye erişmiştir. leş gibi olan türk müziğinde lokal bir savaş veren matiz’i yürekten tebrik ediyorum.


    (nesekamourinho - 14 Ağustos 2018 12:50)

Yorum Kaynak Link : maya