Facebook Yorumları
  • comment image

    çok sevdiğiniz bir dizi olur, çok sevdiğiniz bir film olur, çok sevdiğiniz bir kitap olur ya da çok sevdiğiniz bir oyun olur. ve siz onu tüketirken aynı zamanda tükenip bitmesinden korkarsınız ya.

    aynı durum başlarda bu oyun için olsa da, bitmeyeceğini anladıktan sonra içinize büyük bir huzur çöküyor. bir daha böylesine güzel bir oyun oynayabilecek misiniz emin değilken, adeta "sonsuz" olan (ki gerçek anlamda bitmeyen sonsuz görevler de var içinde) bu oyunu tüketmeye de devam ediyorsunuz.

    son günlerde kendimi bu oyunun içinde kitap okumaya verdim. bu oyunda bitecek bir şey varsa o da kitaplardır diye düşünüyorum. ona da uğraşmak gerekir. şahsen bütün kitapları okuyamadım doğal olarak. ancak okuduğum kitapların arasından hoşuma giden kitapları buraya aktarıp sizlerle paylaşmak istiyorum. neden paylaşmayayım?

    not1:
    bu arada oyunun kaynak kodlarından kitap dosyalarını çekip, bilmem hangi formatlara dönüştürüp, bilmem hangi işlemlerden geçirip, kitabı ortaya çıkaracak tecrübem ve bilgim yok. dolayısı ile bir pc'de oyun açıkken, diğerinden ona baka baka ellerimle yazdım kitapları. üşenmedim yazdım.

    not2:
    oyunu oynamamış olanlar bazı kitapları anlamayabilir.

    not3:
    ben daha okuyacağım ve beğendiğim kitap bulursam buraya eklerim.

    --- spoiler ---

    - akrash'ın son kılıfı -

    3. çağ 407 yılının ılık yaz günlerinde güzel ve hoş bir kadın peçe içerisinde gözyaşı şehrindeki bir silah ustasını düzenli bir şekilde ziyaret ediyordu. yöre halkı görünüşünden ve duruşundan onun genç ve güzel bir bayan olduğuna karar verdiler. silah ustası birkaç saatliğinde çırakları dışarı çıkarıp dükkanı kapatır ve kadınla birlikte dükkanın arka bölümüne geçerlerdi, sonra öğlene doğru kadın ertesi gün aynı saatte gelmek üzere dükkandan ayrılırdı. dedikodular ilerledikçe her ne kadar ellerinde somut delil olmasa da silah ustası halkın diline düştü.

    birkaç hafta sonra ziyaretler sona erdi ve gözyaşı şehrindeki hayat da normale döndü. ziyaretlerin sona erişinden bir ya da iki ay sonra mahalledeki meyhanelerden birinde yerel halktan içkiyi fazla kaçırmış bir terzi silah ustasına gidip sordu "eee ne oldu senin şu kız arkadaşına? kalbini mi kırdın yoksa?"

    dedikodulardan haberdar olan silah ustası sakin bir şekilde "o sadece normal düzgün bir hanımefendiydi. ikimizin arasında hiçbir şey olmadı."

    konuyu açmak için sabırsızlanan bir fahişe "peki senin dükkanına gelip her gün ne yapıyordu o kadın?" diye sordu.

    "eğer bu kadar çok merak ediyorsanız ben ona silah yapmasını öğretiyordum" dedi silah ustası.

    "bizimle kafa buluyorsun" diyerek güldü terzi.

    "hayır, genç bayanın benim silah yapım zanaatıma özel bir ilgisi vardı." dedi silah ustası ve gururlanarak "ona kılıçlardaki farklı kesikleri, kırıkları, ince çatlakları ve kırık kulpları türlerine göre nasıl onaracağını öğrettim. işe ilk başladığında kulpları güvenli bir şekilde kılıçtan ayırmasını bile bilmiyordu... ama yine de bu işe başlamak istedi. bu işte ellerinin kirlenmesinden hiç çekinmiyordu. ona güzel bıçaklarda gördüğünüz küçük gümüş ve altın filigranlarının nasıl işlendiğini ve kılıçları bir tanrının örs'ünde dövülmüş gibi durması için ayna gibi parlatmasını öğrettim." diye ekledi.

    meyhanedeki fahişe ve terzi katıla katıla güldü. ne derlerse desinler silah ustası sanki bir adamın uzun bir zaman önce kaybettiği aşkından bahsetmesi gibi genç kadının eğitiminden bahsediyordu.

    meyhanedeki pek çok kişi silah ustasının dokunaklı hikayesini dinliyordu ama aslında daha önemli olan bir başka dedikodu vardı. bir köle taciri daha şehrin merkezinde bağırsakları dışarı çıkmış bir vaziyette ölü bulunmuştu. bu iki hafta içerisinde öldürülen altıncı köle taciriydi. bazıları katile "kurtarıcı" diyordu. ama bu tür kölelik karşıtı bir mücadele toplum arasında ender görülen bir şeydi. halk önceki kurbanların bir kısmının karnı deşildiğinden dolayı ona "karın deşen" lakabını takmıştı. diğer kurbanları ise parçalanmış ve tanınmaz hale gelmişti. ama "karın deşen" ismi katilin kalıcı takma adı haline geldi.

    bir yandan sokak serserileri sıradaki köle tacirinin öldürülüş şekline dair bahse girerken, hayatta kalan köle tacirleri ise zengin bir lord olan serjo dres minegaur'un evinde toplanıyordu. minegaur, dres ailesinin küçük bir üyesiydi ama köle ticaretinde çok önemli bir isimdi. en iyi yıllarının geride kaldığı belliydi ama hâlâ çevresindekiler tarafından sözüne itibar edilen biriydi.

    "bu karın deşen denen kişi hakkında tüm bildiklerimizi bir araya getirmeli ve ona göre adım atmalıyız" dedi pahalı şöminesinin karşısında oturan minegaur. ve devam etti "köleliğe ve köle tacirlerine karşı anlaşılması güç bir nefrete sahip olduğunu biliyoruz, çok iyi kılıç kullandığını biliyoruz, çok iyi korunan evlerde yaşayan ve aynı zamanda kendileri de çok iyi korunan üyelerimizi bulup infaz edebilecek kadar gizlilik ve zor işlerle başa çıkma yeteneğine sahip. bana sanki yabancı bir maceracı gibi geliyor. rüzgartepe'de yaşayan hiç kimse bize bu şekilde saldırmaz."

    köle tacirleri başlarını sallayarak bu düşünceye katıldıklarını belirttiler. görünüşe göre tek bir yabancı bütün sorunların temelini oluşturuyordu. gerçek bundan ibaretti.

    minegaur elinde parlayan kılıcını sallayarak, "ben bir on beş yaş daha genç olsaydım kılıcım akrash'i ateşin içinden söker alır ve bu terörün kaynağını bulmada size katılırdım. onu maceracıların uğrak yerleri olan meyhanelerde ve buluşma yerlerinde arayıp bulur ve ona gerçek karın deşmenin nasıl olduğunu gösterirdim."

    köle tacirleri nazikçe güldü. minegaur'un gözüne girmeye çalışan genç bir köle tüccarı olan selon jeles heyecanla "herhalde onu öldürmemiz için bize kılıcını ödünç vermezsin değil mi?" diye sordu.

    "akrash için çok iyi bir iş olurdu." diye iç çekti minegaur. "ama ben bu işleri bıraktığımda onun hiçbir şekilde tekrar kullanılmayacağına dair yemin ettim."

    minegaur köle tacirlerinin içkilerini tazelemesi için kızı peliah'ı çağırdı. ama misafirler kızı geri gönderdiler. hava kararmıştı ve gece vakti karındeşen'in peşine düşmeleri gerekiyordu. sorunlarını unutmak için içmeleri değil. minegaur onların bu fedakârlığını içtenlikle kabul etti. içki de zaten ucuz bir şey değildi.

    son köle taciri de evden ayrılınca yaşlı adam kızını başından öptü, akrash'a son bir kez tutkuyla baktı ve kılıcı yerine bıraktı.

    minegaur odayı terk ettiği gibi peliah yerinden kalktı, kılıcı saklı olduğu yerden alıp uçarcasına malikanenin arka bölümünden dışarı fırladı. kazagh'ın onu ahırlarda saatlerdir beklemekte olduğunu biliyordu. kazagh onu gölgesinden tanıdığı gibi koşup tüylü güçlü kollarıyla peliah'a sarıldı ve uzunca bir süre öpüştüler.

    sonunda peliah kılıcı çıkarıp kazagh'a verdi. kılıcın keskin kenarlarına baktı ve "en iyi khajit ustaları bile bu kılıcın kenarlarını bu kadar keskin bileyemez" dedi sevgilisine gururla bakarak.
    "ve biliyorum, maalesef üzerinde dün gece kötü bir çentik oluştu."
    "dün gece herhalde demir bir zırhı kestin onunla" dedi peliah.
    "köle tacirleri artık önlem alıyorlar" dedi kazagh ve "dünkü toplantılarında ne konuştular?" diye sordu.
    "senin yabancı bir maceracı olduğunu düşünüyorlar. bir khajit kölenin bütün bunları yapabilecek beceriye sahip olabileceği hiçbirinin aklının ucundan bile geçmedi" dedi peliah.
    "peki baban biricik kıymetli kılıcı akrash'ın bu zulmün kalbine indirilen tüm darbelerde kullanıldığından hiç şüphelenmiyor mu?"
    "her sabah onu aynı parlaklıkta ve aynı yerde bulduktan sonra niye şüphelensin ki? şimdi kimse benim ayrıldığımı fark etmeden önce benim geri dönmem gerekiyor. dadım bazen sanki benim karar verme hakkım varmış gibi gelip bana evlilikle ilgili bazı şeyler soruyor."
    "sana söz veriyorum, ailenin köle ticareti hanedanlığını güçlendirmek için kimse seni zorla istemediğin biriyle evlenmeye zorlayamayacak. akrash'ın son kılıfı senin babanın kalbi olacak. ve baban öldüğü zaman sen bütün köleleri serbest bırakabilir ve daha aydın ve bilgili insanların yaşadığı bir başka şehre taşınabilir ve sevdiğin biriyle evlenip mutlu olabilirsin."
    "o kişi kim olurdu çok merak ediyorum" dedi peliah gülerek ve koşarak ahırdan dışarı çıktı.

    ertesi gün peliah gün doğumundan hemen önce uyandı ve yavaşça akrash'ı üzüm asmalarının içinde saklı bulduğu bahçeye çıktı. kılıcın kenarları hâlâ çok keskindi ama yüzeyinde belirgin çizikler vardı. bunun büyük bir sorun olabileceğini düşündü ve süngertaşıyla kılıcın üzerindeki çizikleri sabırla sıvadı. ardından da tuz ve sirke karışımı bir sıvıyla kılıcı parlattı.

    babası oturma odasına kahvaltı için geçtiğinde kılıç kınının içinde eski hali gibi duruyordu. peliah'ın evlendirileceği gelecekteki müstakbel kocası kemillith torom'ın şehrin hemen dışında başı bir mızrağın ucuna geçirilmiş halde bulunduğu haberi ortaya çıktığında peliah yas tutuyormuş gibi davranmak zorunda değildi. çünkü babası da onunla evlenmek istemediğini biliyordu.

    "ne kadar üzücü" dedi babası. "delikanlı iyi bir köle taciriydi. ama onun yerine bizimle ittifak yapmak isteyecek bir sürü genç köle taciri var. genç soron jeles'e ne dersin?"

    iki gece sonra karın deşen soron jeles'in evine geldi. boğuşma çok uzun sürmedi. ama soron'un kolunun altında gizlediği zehirli bir iğnesi vardı. soron ölümcül bir darbe aldıktan sonra yere düşerken son anda zehirli iğneyi khajit'in ayağına sapladı. khajit gücünü toplayarak minegaur'un malikanesine ulaşmayı başardı ama ölüyordu. gözleri bulanıklaşırken evin saçaklarından peliah'ın odasına tırmandı ve cama vurdu. peliah derin güzel uykusunda khajit sevgilisini ve mutlu geleceklerini düşlerken bu sesi duymadı. khajit tüm gücüyle tekrar cama vurdu ama bu sadece peliah'ı değil yan odadaki babasını da uyandırmıştı.

    peliah hemen pencereyi açtı ve birden "kazagh!" diye feryat etti. fakat arkalarında durmakta olan diğer kişi minegaur'dan başkası değildi. bir köleyi elinde kendi kılıcıyla kendi malikasinde peliah'ın odasında görünce, kölenin elindeki kılıçla kızının başını keseceğini düşündü ve tüm gücüyle ölmek üzere olan khajit'e koşup elindeki kılıca bir tekme attı ve peliah onu durduramadan yerdeki kılıcı alıp direk kazagh'ın kalbine sapladı.

    artık içindeki tüm öfkesi ve heyecanı ortadan kalkmıştı. yaşlı adam kılıcı elinden bıraktı ve korumaları çağırmak için kapıya yöneldi. sonra bir an için duraksadı ve kızının yaralanmadığından emin olmak için peliah'a döndü.

    bir an için minegaur bir şeyin kendisine saplandığını hissetti. şaşkınlık içerisinde ilk başta ne olduğunu anlayamadı. sonra kanının aktığını gördü ve acı duymaya başladı. öz kızının akrash'ı karnına sapladığını anlayamadan oracıkta öldü. kılıç sonunda kılıfını bulmuştu.

    bir hafta sonra resmi görevliler soruşturmalarını tamamladıktan sonra khajit köle malikanenin bahçesine üzerinde işaretsiz ve yazısız bir mezar taşının olduğu bir kabre defnedildi. serjo dres minegaur da aile kabristanının bir köşesine defnedildi. meraklı kalabalık topluluk da gizli hayatında diğer köle taciri rakiplerini saf dışı bırakmak için karınlarını deşerek öldüren soylu bir köle tacirinin cenazesini izliyordu. kalabalık oldukça sessizdi ama yine de herkes minegaur'un karın deşen olduğunu ve bir anlık öfkeyle kendi kızına saldırdığını, kızın hayatını da bahtsız bir kölenin kurtardığını düşünüyordu. kalabalığın arasında peçeli bir kadın, gözyaşı şehrini terk etmeden önce onu son kez gören silah ustası da vardı.

    ---
    spoiler ---

    --- spoiler ---

    - ayna -

    rüzgar birkaç ağacı ileri geri, öfkeyle sallayarak açık düzlükte esiyordu. parlak yeşil sarıklı genç bir adam orduya yaklaştı; komutana, kabile reisinin barış şartlarını söyledi ve reddedildi. birazdan bir savaş olacaktı, ain-kolur savaşı.

    iymbez rakibine meydan okudu, emrindeki süvariler bir kez daha savaştaydı. kabile, birçok kez çeşitli yerleri kuşatmış ve yine birçok kez diplomasi işe yaramamıştı. bu zamana kadar böyle gelmiş, böyle de gidecekti. mindothrax bu durumdan şikayetçi değildi. müttefikleri kazanır veya kaybederdi ama o her zaman sağ kalmayı başarırdı. arada sırada, savaşı kaybeden tarafta olsa bile, otuz dört yıl boyunca hiçbir zaman teke tek dövüşte kaybetmemişti.

    iki ordu da, kumda yürüyerek akan nehir misali birbirlerine doğru hücum etti. çarpışmaya başladıklarında ortaya çıkan gürültü tepelerde yankılandı. toprağın bir ay içinde birçok kez tattığı kan, toz gibi etrafa savruluyordu. ordular birbirlerinin etlerini deşerken düşman kabilelerin savaş naraları birbirine karıştı.

    mindothrax halinden memnundu.

    toprak kaybının olmadığı 10 saatlik savaşın sonunda iki komutan da karşılıklı olarak alandan geri çekilme çağrısı yaptı.

    kamp, yüksek duvarlarla çevrili, eski bir gömü alanının çiçeklerle bezenmiş bakçesine kurulmuştu. mindothrax alanda dolaşırken çocukluğunu geçirdiği yeri hatırladı. anılarında sevinç ve hüznün karışımı vardı; bir tarafta çocukluk hırslarının saflığı, savaş teknikleri hakkında gördüğü eğitim, diğer tarafta zavallı annesinin hatırası. oğluna bakarken gururu ve kelimelerle tarif edilemeyecek bir üzüntüyü aynı anda yaşayan bir kadın... görünürde hiç sıkıntısı olmamasına rağmen ortadan kaybolduğunda ve günler sonra kendi boğazını keserek intihar etmiş bir vaziyette bulunduğunda kimse şaşırmamıştı.

    ordu bir karınca sürüsü gibiydi. savaşın bitmesinden yarım saat sonra içgüdüsel olarak yeniden toplandılar. şifacılar yaralarla ilgilenirken, biri hayranlık ve şaşkınlık belirten bir şekilde "mindothrax'a bakın, saçları bile bozulmamış!" dedi.

    "o güçlü bir kılıç ustası" dedi hekimlerden biri.

    "kılıç çok önemli bir unsurdur" dedi mindothrax duyulan ilgiden memnun bir şekilde. "savaşçılar saldırıya gerektiğinden fazla önem veriyor, savunmayı es geçiyorlar. savaşa girmenin ideal yolu kendini savunmak, rakibine vurmak için uygun zamanı kollamaktır."

    yaralılardan biri gülümseyerek "ben doğrudan saldırmayı tercih ederim." dedi. "süvarilerin yöntemi budur."

    "eğer başarısız olmak bjolusae kabilelerinin kaderiyse, mirasımdan feragat ediyorum." dedi mindothrax, saygısızlık anlamına gelmeyen bir işaret yaparak. "büyük kılıç ustası gaiden shinji'nin söylediklerini hatırlayın: "en iyi yöntemler, sağ kalanlar tarafından aktarılır." bugüne kadar girdiğim 36 savaşın birinden bile yara almadan çıktıysam, bu önce kalkanıma sonra kılıcıma güvendiğim içindir."

    "senin sırrın ne?"

    "kılıcı bir ayna gibi düşün. sağımla vururken rakibimin soluna bakarım. eğer darbemi karşılamaya hazırlanmışsa vurmam. neden gereksiz yere gücümü harcayayım ki?" mindothrax kasını kaldırdı "ama rakibin sağ kolunu gergin görürsem sol kolumla kalkanımı hazırlarım. anlıyor musun? saldırı savunmadan iki kat daha fazla güç tüketir. gözlerin rakibinin nasıl bir açıyla, yukarıdan mı aşağıdan mı saldıracağını öngörebildiği zaman kalkanını ona göre konumlandırıp kendini koruyabilirsin. eğer gerekirse saatlerce kendimi kalkan ile koruyabilirim ama bu esnada rakibim bana ardı ardına vururken dakikalar hatta saniyeler sonra bir açık nokta bırakacaktır."

    "en fazla ne kadar savunma yapmak zorunda kalmıştın?" diye sordu yaralı adam.

    "bir adamla bir saat kadar dövüşmüştüm. dedi mindothrax. "bıkmadan usanmadan vurdu, saldırılarını engellemek dışında hiçbir şey için fırsat vermedi. ama sonunda silahını kaldırırken biraz gecikti ve onu göğsüne indirdiğim tek bir hamleyle yere serdim. kalkanıma binlerce kez vurdu, ben ise tek bir darbe. ama bu yeterli oldu."

    "yani o en iyi rakibin miydi?" diye sordu hekim.

    "oh, tabii ki hayır." dedi mindothrax, davasa kalkanını kendisine çevirip yüzünün yansımasına bakarak. "en büyük rakibim o."

    ertesi gün, savaş yeniden başladı. iymbez güneydeki adalardan çağırdığı destek birlikleriyle geldi. kabilenin rezilliğini ve korkusunu gösterircesine; yanında, paralı askerler, taraf değiştiren süvariler ve birkaç tane de enginyurt cadısı getirmişti. mindothrax miğferini takıp orduların toplandığı yere baktı. kılıcını ve kalkanını hazırlarken yine zavallı annesini düşündü. ona bu kadar işkence eden şey neydi? neden bir kere bile olsun oğluna acı dolu gözlerle bakmaktan vazgeçmemişti?

    gündoğumu ile günbatımı arasında savaş iyice kızıştı. savaşçılar saldırdıkça mavi gökyüzü de alev alev parladı. indirdiği her kılıç darbesi, mindothrax'in gücüne güç katıyordu. elinde baltası olan bir rakibi kalkanına ardı ardına vurdu fakar hiçbiri hedefine ulaşamadı. mızraklı bir kadın ilk saldırısında neredeyse kalkanını delip geçiyordu ama mindothrax onu nasıl savuracağını, dengeleyeceğini ve saldırmak için açığını nasıl yakalayacağını biliyordu. sonunda, elinde kılıcı ve kalkanı, kafasında altından bir miğferi olan paralı bir askerle karşılaştı ve bir buçuk saat boyunca onunla çarpıştı.

    mindothrax bildiği her numarayı denedi. asker sol kolunu gerginleştirdiğinde mindothrax darbesini erteledi. rakibi kılıcını kaldırdığı anda, o da kalkanını kaldırdı ve kendisini ustaca savundu. hayatında ilk defa, karşısında savunmaya önem veren bir savaşçı vardı. bekleyen, düşünen ve günlerce savaşabilecek dayanıklılığa sahip olan biri. ara sıra bu dövüşe, bazen mindothrax'ın bazen de rakibinin ordusundan başka savaşçıkar dahi olsa da, bu oyunbozanlar çok çabuk öldü ve "şampiyonlar" dövüşlerine kaldıkları yerden devam ettiler.

    dövüş boyunca saldırıya karşı müdafaa, müdafaaya karşı saldırı birbirini izleyip durdu. sonunda mindothrax dövüşmeye değer kusursuz bir ayna bulduğunu düşündü.

    artık bu kanlı mücadeleden çok bir oyuna hatta bir dansa dönüşmüştü. ancak bu oyun, mindothrax'ın adımını şaşırması, çok erken saldırması ve dengesini kaybetmesiyle sona erdi. mindothrax, boğazından göğsüne karad olan kısmı askerin kılıcıyla yardığını hem acıyla hissetti hem de gözleriyle gördü. güzel bir saldırıydı, kendisinin yapacağı türden bir saldırı...

    mindothrax yere düştü, hayatı gözlerinin önünden geçiyordu. asker tepesine dikildi, ölümcül darbeyi vurmak için hazırlandı. onun için garip ve onur verici bir başarıydı bu. mindothrax savaş alanını diğer tarafından, birisinin kendi ismine çok benzeyen bir isimle seslendiğini duydu:

    "jurrifax!"

    asker cevap vermek için miğferini çıkardı ve mindothrax adamın yüzünde adeta kendi yüzünü gördü. kendisininki gibi gözleri, kızıl ve kahverengi saçları, ince geniş bir ağzı ve küt bir çenesi vardı. yabancı ölümcül darbeyi indirirken, aynadaki yansıması gibi kendisine benzeyen bu adama son bir kez, büyük bir şaşkınlıkla baktı.

    jurrifax komutanının yanına gitti ve bu zaferde kendi payına düşen oldukça makul ücreti aldı. yemek için, daha önceden düşmanlarının bulunduğu, eski bir mezarlığın karşısındaki bahçeye çekildiler. jurrifax, nedense çok sessizdi ve bulunduğu yeri inceliyordu.

    "daha önce buraya gelmiş miydin jurrifax?" diye sordu kendisini kiralayan kabile reislerinden biri.

    "tıpkı senin gibi, ben de bir süvari olarak doğdum. annem beni daha bir bebekken satmış. böyle olmasaydı hayatım nasıl olurdu diye hep merak etmişimdir. belki de bir paralı asker olmazdım."

    "kaderimize yön veren birçok şey vardır." dedi cadı. "farklı koşullarda başına neler gelebileceğini anlamaya çalışmak deliliktir. bu dünyada senin gibi biri yok, karşılaştırma yapmak çok aptalca olur."

    yıldızlara bakarken "aslında birisi var" dedi jurrifax. "ustam beni özgür bırakmadan önce annemin ikiz çocukları olduğunu söylemişti. o sadece bir tanesine bakabilecek durumdaymış, yani bir yerlerde tıpkı benim gibi bir adam daha var, kardeşim. umarım bir gün onunla karşılaşırım."

    cadı, ikizlerin karşılaşmış olduğu gerçeğini biliyordu. ikisinin de ruhlarını görmüştü. sessiz kalmayı tercih etti ve her şeyi anlatmanın daha doğru olacağı düşüncesini kafasından atmaya çalışırken yanan ateşi izliyordu.

    ---
    spoiler ---

    --- spoiler ---

    - kısmet'in kısmeti -

    yaşı on altıya varınca minevah lolos, balmora'daki bütün ev ve dükkanlar için davetsiz bir misafir olmuştu. bazen içeride bulunan değerli ne varsa almak için girer, bazen de sadece kilitlerden ve tuzaklardan geçmenin verdiği haz için girerdi. her iki durumda da kartviziti olarak göze çarpan bir yere bir çift zar bırakırdı, böylece, onları kimin soyduğunu bilmelerini sağlardı. yerel halk tarafından bu gizemli hayalete "kısmet" adı verilmişti.

    balmora'daki olağan bir konuşma şöyledir:

    - azizim senin o olağanüstü gerdanlığına ne oldu?
    - ne olacak canım, kısmet tarafından alındı.

    kısmet'in işini sevmediği zamanlar pek azdı, o da yanlış hesap yapıp ev sahibi veya bir nöbetçiye denk geldiğinde olurdu. şimdiye kadar ne yakalandı ne de görüldü ama onlarca kez paçasını kıl payı kurtardı.

    günlerden bir gün işini genişletmek istedi. vivec veya gnisis'e gitmeyi düşündü ama bir gece sekiz tabak hanı'ndayken heran lahiti'nin hikayesini duydu, tuzaklar ve yüzlerce yıllık heran ailesinin hazineleriyle dolu bir lahit.

    heran lahiti'nin engellerini aşıp hazineye konmak kısmet'in ilgisini çekti ama lahit muhafızları ile yüzleşmek onun tecrübesinin dışındyadı. seçeneklerini düşünürken yakındaki bir masada ulstyr moresby'ı gördü. iri yapılı, vahşi ve aynı zamanda alışılmadık bir şekilde uysal olarak ün salmış bir breton idi. bir zamanların büyük savaşçısı artık çevresinden çok kafasının içindeki sesleri dinliyordu.

    bu girişiminde bir ortağa ihtiyacı olacaksa bu adam mükemmeldi. ganimetten eşik pay alma kavramını hiç anlamayacak ve dile getirmeyecekti. eğer işler kötü gidip heran lahiti'nin sakinleri onun için fazla kalabalık olursa özlenmeyecekti. yahut kısmet'in canı sıkılırsa geride bırakabilecekti.

    "ulstyr, daha önce tanışmadık. benim adım minevah." dedi kısmet masaya yaklaşırken, "heran lahiti'ne gitmeyi düşünüyorum. canavarları halledebileceğini düşünüyorsan gel, ben de kilitlerin ve tuzakların icabına bakacağım. ne dersin?"

    breton cevap vermeden önce bir süre düşündü, kafasındaki seslerin konu hakkında tavsiyesini alıyor gibiydi. sonunda kafasını olumlu mânâda salladı ve mırıldanmaya başladı "evet, evet, evet, taşla kır, sıcak çelik. kitin. kapıların ötesindeki duvarlar. elli üç. iki ay ve geri dön."

    "harika" dedi kısmet saçma konuşması bitince "yarın erkenden yola çıkıyoruz."

    ertesi sabah kısmet ulstyr ile buluşunca kitin zırhı giydiğini ve efsunla parıldayan bir kılıç kuşanmış olduğunu gördü. yola çıktıktan sonra kısmet ortağını sohbetiyle meşgul etmeye çalıştı ama adamın verdiği yanıtlar o kadar saçmaydı ki, hemen vazgeçti. ani bir yağmur fırtınası ovayı doldurdu ve sucuk gibi ıslanmalarına neden oldu ama zaten kısmet'in zırhı yoktu ve ulstyr de kaygan kitin zırhı giydiğinden ilerlemelerine mani olmadı.

    heran lahiti'nin karanlık girintilerine ilerlemeye başladılar. içgüdüleri doğruysa çok iyi iki ortak olmuşlardı. tel tuzakları, kapanları ve tepelerine inmeye hazır kütükleri tetiklenmeden önce gördü ve her türlü kilidi de ustalıkla kırdı; basit hacıyatmaz, birleşim, kıvrımlı toka, çifte av gibi modern olmayan çeşitli antik isimlerdi. o paslı yığınlarda gerçek anahtar elinde olsa bile tehlikeli bir işti.

    ulstyr kendi payına düşen tuhaf canavarlardan sayamadığı kadarını yere serdi. kısmet gibi bir şehir kızı daha önce hiç böyle şeyler görmemişti. kılıcının efsunu olan alevler özellikle ayaz ifritlerine karşı etkiliydi. hatta kısmet neredeyse yanlış bir yere basıp karanlık bir yarıktan düşmek üzereyken onu kurtardı. "sen kendine zarar verme" dedi, yüzünde samimi bir endişe vardı. "kapıların ötesinde duvarlar var ve elli üç. emen yüzük. iki ay ve geri dön. taşla kır. gel kısmet ana."

    kısmet ulstyr'in gevezeliğini dinlemiyordu ama kısmet deyince şaşırdı. ona kendini minevah olarak tanıtmıştı. söylentiler doğru olabilir miydi? ulstyr deli gibi konuştuğunda onlara kendi bilgi alanlarının ötesinde bilgi ve tavsiye veren daedra prensi sheogorath ile mi iletişime geçiyordu? veyahut daha makul olarak ulstyr son yıllarda balmora'da kısmet ile kilit açmanın eş anlamlı kullanılmasını duyup ona binaen mi böyle konuşuyordu?

    ortaklar yollarına devam ederlerken kısmet ulstyr'in mırıltılarını düşündü. bir anda aklına gelmiş gibi kitin demişti ve giydiği kitin zırhı gayet kullanışlı olduğunu kanıtlamıştı. bunun gibi "sıcak çelik", "kapıların ötesindeki duvarlar", "iki ay ve geri dön" ne anlama geliyordu bunlar ve "elli üç" dediği numara neydi?

    ulstyr'in kendisi ve lahit hakkında bildiği gizli bilgiler kısmet'i germeye başladı. hazineyi bulunca yoldaşını terk etmeyi kafasına not aldı. ulstyr zindanın canlı ve ölü muhafızlarını yarıp geçti. eğer kısmet sadece girdikleri yolda kalsaydı bir koruyucu olmadan da güvende olacaktı.

    ulstyr'in bir cümlesi gerçekten bir anlam ifade ediyordu: "emen yüzük". balmora'daki malikanelerin birinden güzel olduğunu düşündüğü bir yüzük çalmıştı. daha sonra yüzüğün insanların yaşam gücünü emen bir özelliği olduğunu keşfetti. ulstyr'in bundan haberi var mıydı? eğer üzerinde kullanmak isterse hazırlıksız yakalanabilir miydi?

    holden aşağı inerlerken breton'u en iyi nasıl terk edebileceğine dair planını hazırladı. birdenbire geçit, altından kilidi olan büyük metal bir kapıya çıktı. kilit dillerini ve sürgülerini kırdı ve kapıyı ardına dek açtı: heran lahiti'nin hazinesi oradaydı.

    kısmet sessizce eldivenini çıkardı ve odaya adım atarken yüzüğünü açığa çıkardı. içeride tam elli üç torba altın vardı. arkasına döndüğünde kapının breton ile kendisi arasında kapanmış olduğunu gördü. kendi tarafında artık duvar vardı, kapı yoktu. kapıların ötesindeki duvarlar.

    dışarı çıkmanın bir yolunu ararken kısmet günlerce feryat figan etti. bir süre sonra kafasında sheogorath'ın kahkahalarını dinlemeye başladı. iki ay sonra ulstyr geri döndü, kısmet ölmüştü. bir taş ile kapıyı kırıp açtı ve elli üç torba altını alıp gitti.

    ---
    spoiler ---

    --- spoiler ---

    - necrom'daki olay -

    "vaziyet kısaca bu." dedi phlaxith, suratı bir heykel kadar katı ve kararlıydı. herkes şehrin batısındaki mezarlığa bazı kötü niyetli varlıkların dadandığını biliyor ve bu yıllardır böyle. insanlar artık bunu kabul etmeye başladı. ölülerini gündüz vakti gömüyorlar ve kötülük gelmeden önce uzaklaşıyorlar. bu şeytanlara av olan kurbanlar sadece çok aptal olanlar ile yabancılar.

    "istenilmeyen kişileri ortadan kaldırmak için doğal bir çözüme benziyor o zaman." diyerek güldü nitrah, uzun boylu, soğuk gözlere ve kalın dudaklara sahip orta yaşlı bir kadın. "onları kurtarmamız için para nereden geliyor?"

    "tapınaktan. mezarlığın yanına yeni bir tapınak açıyorlar ve alanın şerden temizlenmesine ihtiyaçları var. bir servet öneriyorlar, dolayısıyla ödülü bölüşmek üzere, kendi takımımı toplamak için süre isteyerek görevi kabul ettim. bu yüzden hepinizi tek tek aradım. duyduğuma göre, sen, nitrah, rüzgârtepe'deki en iyi kılıç kullanan kişiymişsin."

    nitrah nahoş biçimde gülümsedi.

    "ve sen, osmic, ünlü bir hırsızsın, daha önce hiç hapse girmemene rağmen."

    kel kafalı genç adam, sırıtmadan önce adeta suçlamalara itiraz ediyormuşçasına kekeledi.

    "ben savaşçı değilim. sizi gitmeniz gereken yere götüreceğim. ama sonra yapılması gereken şey size düşüyor."

    "nitrah ve benim hallemediğim bir durumde eminim ki massitha cesaretini ispat edecektir." dedi phlaxith, grubun dördüncü üyesine dönerek.

    "muazzam güçlü ve yetenekli bir büyücü olarak, oldukça iyi referanslarla geliyor."

    massitha, yuvarlak yüzü ve büyük gözleriyle adeta masumiyetin resmiydi. nitrah ve osmic, kıza şüpheli biçimde baktılar. özellikle phlaxith, mezarlıkta bulunan yaratıkların varlıklarını açıklarken onun korku dolu ifadesini izlediler. daha önce hiç insan ya da elf haricinde bir düşmanla karşılaşmadığı belli oluyordu. eğer hayatta kalmayı başarırsa, bunun çok şaşırtıcı olacağını düşündüler kendi kendilerine.

    dörtlü, alacakaranlıkta yorgun argın biçimde mezarlığa doğru yürürken, yeni takım arkadaşlarını denemek için bir şans yakalamışlardı.

    "vampirler, iğrenç yaratıklardır." dedi nitrah. "hastalık taşıyorlar, bilirsin. batıda söylenenlere göre, ayrım yapmaksızın lanetlerini bir dizi başka rahatsızlıkla beraber aktarıyorlarmış. buralarda çok fazla yapmıyorlar ama yine de açtıkları yaraları tedavisiz bırakmak istemezsin. eğer birimiz ısırılırsa, iyileştirme büyülerini bildiğini varsayıyorum?"

    "biraz biliyorum ama ben şifacı değilim." dedi massitha uysalca.

    "o zaman bir savaş büyücüsü müsün?" diye sordu osmic.

    "yakın mesafeden biraz zarar verebilirim ama pek iyi sayılmam. teknik olarak daha çok bir yanılsama büyücüsüyüm."

    nitrah ve osmic, mezarlığın kapısına ulaştıkları vakit birbirlerine açık biçimde endişeyle baktılar. hareket eden gölgeler vardı, harabe ve yıkıntılar arasında dolaşan hayaletler, harap olmuş patikaların tepesine yığılmış parçalanmış yollar. karmaşık bir yer değildi. bakımsız bir mezarlık olabilirdi ama bu mezar taşlarına bakmadan bile göze çarpan çok belirgin bir şey vardı. ufku kapatan bu şey 2. çağdan kalma bir cyrodiil'li subay mezarıydı. biraz egzotikti ama hala çürüme denilen övücü tarzda dunmer mezarlarıyla uyum sağlıyordu.

    "yanılsama büyüleri şaşırtıcı biçimde oldukça yararlı bir büyü dalı." diye fısıldadı massitha kendini savunarak. "bilirsin, her şey efsunun, nesnelerin yapılarını değiştirmeden, algılanmayı değiştirme yeteneği ile alakalı. duyusal bilgileri ortadan kaldırmak ve değiştirmek, mesela havadaki koku veya sesi bastırmak ya da karanlık çökertmek için. size böyle yardım edebili..."

    kızıl saçlı bir vampir gölgelerin arasından phlaxith'i sırt üstü devirecek biçimde önlerine sıçradı. nitrah çabucak kılıcını kınından çıkardı ama massitha daha hızlıydı. elini bir sallamasıyla yaratık durdu, donmuştu. ağzı açık, phlaxith'in boğazının dibindeydi. phlaxith kılıcını çıkardı ve vampirin işini bitirdi.

    "bu yanılsama büyüsü müydü?" diye sordu osmic.

    "kesinlikle." diyerek gülümsedi massitha. "vampirin yapısında hiçbir değişiklik olmadı, hareket etme yeteneği dışında. dediğim gibi, .ok yararlı bir büyü dalı."

    dördü, yer altı mezarına giden ön geçide ulaşmak için patikaları tırmandılar. osmic, kilidi kopardı ve gaz tuzağını söktü. büyücü toz dolu koridorlara doğru, gölgeleri kovan ve oranın sakinlerini dışarı çıkaran bir ışık topu savurdu. hemen akabinde kana susamış biçimde çıldırmış, inleyen ve çığlıklar atan vampirler tarafından saldırıya uğradılar.

    savaş başlamıştı, hemen ilk iki vampir gelmişti bile, daha sonra destek kuvvetleri de saldırmaya başladı. acayip güçlü ve dayanıklı, efsanevi savaşçılardı ama massitha'nın felç büyüsü ve phlaxith ile nitrah'ın silahları, yaratık saflarını yardı. osmic bile savaşa katıldı.

    "bunlar çıldırmış." dedi massitha, savaş nihayet sonlanıp, nefes nefese kalmışken.

    "quarra, vampir neslinin en vahşileri." dedi phlaxith. "her birini tek tek bulup yok etmeliyiz."

    mezarları araştırıken, grup, daha fazla yaratığın izini sürdü. görünüşte farklı olsalar bile her biri saldırıda güçlerine ve pençelerine güveniyormuş gibi görünüyordu ve hiçbirinin tarzında ustalık yoktu. bütün anıt mezar araştırılıp içindeki her yaratık yok edildiğinde, nihayet yüzeye çıkıyorlardı. güneşin doğmasına sadece bir saat kalmıştı.

    çıldırmış çığlık ya da inlemeler yoktu. hiçbir şey onlara doğru koşmuyordu. son saldırı daha önce olanlardan o kadar farklıydı ki, tamamen şaşırmışlardı.

    kadim yaratık, grup mezarlığın neredeyse dışına varıncaya kadar bekledi. grup tatlı biçimde konuşuyor, ödülden kendi paylarına düşecek kısımlarla ilgili planlar yapıyorlardı. yaratık, en büyük tehlike yaratacak kişiyi dikkatlice seçti ve sonra büyücüye doğru hamle yaptı. phlaxith, dikkatini kapıdan beri toplamamıştı, bağırmaya şansı olmadan parçalara ayrılacaktı.

    vampir, massitha'yı bir taşa doğru çarptı, pençeleri sırtını biçti ama saldırısını,, phlaxith'in kılıcını engellemek için yarım bıraktı. bu manevrayı kendi acımasız yoluyla bitirdi, savaşçının kolunu yerinden kopararak. osmic ve nitrah ona saldırdılar ama kendilerini kaybettikleri bir savaşın içinde buldular. massitha güçsüz ve sırtının kanaması devam ederken kendini taş yığınının içinden çıkardığı vakit savaşa döndü. yaratığa doğru bir ateş topu fırlattı. bu yaratığı o kadar sinirlendirdi ki ona doğru döndü. nitrah onun bu açığını gördü ve bunu kılıcının bir vuruşuyla vampirin kafasını uçurarak kullandı.

    "o halde birkaç yok etme büyüsü biliyorsun, aynen söylediğin gibi." dedi nitrah.

    "ve birkaç tane de iyileştirme büyüsü" dedi zayıfça. "ama phlaxith'i kurtaramam." savaşçı, önlerindeki kana bulanmış toprakta öldü.

    üçü, seher vaktinin aydınlattığı kırsaldan necrom'a dönerken oldukça sessizdi. massitha, yürüdükçe sırtındaki acının zonklamasının şiddetlendiğini hissetti ve daha sonra buz gibi bir uyuşukluk yavaş yavaş vücuduna yayılmaya başladı.

    "bir şifacıya gidip, hastalanıp hastalanmadığımı öğrenmeliyim." dedi şehre varırlarken.

    "yarın sabah bizimle güve ve ateş hanı'nda buluş." dedi nitrah. "tapınağa gideceğiz ve ödülümüzü alıp orada paylaşacağız."

    üç saat sonra, osmic ve nitrah, mutlu biçimde altınları tekrar tekrar sayarken tavernadaki odalarında oturuyorlardı. üçe ayrılmış para oldukça rahatlatıcıydı.

    "peki ya şifacı massitha için hiçbir şey yapamazsa?" dedi osmic dalgınca. "bazı hastalıklar sinsi olabiliyor."

    "eğer doğrudan şifacıya giderse massitha'nın kurtulacağına eminim. fakat biz ikimiz bu gece altınlarla ayrılabiliriz."

    "zavallı büyücümüz için son bir içki içelim." dedi osmic, nitrah ile odanın dışına çıkıp merdivenlerden aşağıya inerken.

    nitrah güldü. "şu yanılsama büyüleri, çok faydalı deyip durduğu kadar, biz altınlarla kaçınca bizi takip etmesine yararı olmayacak. felç, ışıltı, sessizlik... peh! nereye bakacağını bilmediğin vakit o kadar da iyi değiller."

    kapıyı arkalarından kapattılar.

    "görünmezlik, bir başka yanılsama büyüsüdür." dedi massitha'nın bedensiz sesi. masadaki altın, havaya yükseldi ve cüzdanının içine girdikten sonra gözden kayboldu. kapı yeniden açılıp kapandı ve osmic ile nitrah birkaç dakikaya dönünceye kadar, odaya tamamen sessizlik çöktü.

    ---
    spoiler ---

    --- spoiler ---

    - ölümsüz kanı -

    aylar ve yıldızlar gözükmüyor, o sessiz günü karanlığa boğuyordu. şehir muhafızı devriye gezerken meşale taşımak zorundaydı; lakin şapelime ziyarete gelen adam ışığa pek ihtiyaç duymuyordu. movarth piquine'in karanlıkta da neredeyse ışıkta olduğu kadar iyi görebildiğini öğrendim. ilgilendiklerinin aslında gece ile ilgili olduğunu düşününce, bu mükemmel bir yetenekti.

    yardımcılarımdan birisiyle onu çağırttım ve ilk bakışta tedaviye ihtiyaç olduğunu düşündüm. solgun ve yanar dönere doğru bir hali, sanki tarifsiz bir acıya maruz kalmadan önce gerçekten yakışıklı gözüken bir yüzü vardı. gözlerinin altındaki karanlık halkalar, tükenmişliğini gösteriyordu fakat gözlerin kendileri tetikte, gergin ve neredeyse çıldırmış gibiydi.

    hasta olduğu konusundaki kanımı çabucak ortadan kaldırdı ve aslında daha özel bir hastalık hakkında konuşmak istedi.

    "vampirizm." dedi ve sorgulayıcı bakışımı görünce duraksadı. "bunu anlayabilmem için birisi, sizin yardımınıza başvurmamı söyledi."

    "bunu size kim söyledi?" diye sordum gülümseyerek.

    "gri tissina."

    kendisini hemen hatırladım. cesur ve güzel bir şövalyeydi, vampirler konusunda hayal ile gerçekleri ayırt edebilmek için yardımıma ihtiyaç duymuştu. iki yıl geçmişti ve tavsiyelerimin işe yarayıp yaramadığını öğrenememiştim. "onunla mı konuştunuz? hanımefendi nasıl?" diye sordum.

    "öldü." diyerek soğuk bir cevap verdi ve sonra şaşkınlığımı fark edince, belki de durumu hafifletmek için ekledi: "tavsiyenizin çok kıymatli olduğunu söyledi, en azından bir vampir için. onunla en son konuştuğumda birini takip ediyordu. o, kadını öldürdü."

    "demek ki verdiğim tavsiye yeterli değilmiş." diye iç çektim. "neden sizin için yeterli olacağını düşünüyorsunuz ki?"

    "bir zamanlar öğretmendim, yıllar önce." dedi. "bir üniversitede değil. savaşçılar loncası'nda eğitmen olarak. fakat bir öğrencinin doğru soruları sormadığı sürece, öğretmenin onun başarısızlığından sorumlu olmadığını biliyorum. size doğru soruları sormak niyetindeyim."

    ve yaptığı da buydu. saatler boyunca sorduğu sorulara verebildiğim kadar cevap verim. fakat kendi hakkında hiçbir bilgi vermeye yanaşmadı. hiçbir şekilde gülümsemedi. o gergin gözleri ile beni dinledi ve her söylediğim kelimeyi hafızasına aldı.

    en sonunda soru sorma sırası bana geldi. "savaşçılar loncası'ndan bir eğitmen olduğunuzu söylediniz. onlar için bir görevde misiniz?"

    "hayır." dedi tersleyerek. sonunda o ateşli gözlerinde yorgunluk hissedebilmiştim.

    "mümkünse buna yarın gece devam etmeyi isterim. biraz uyumam ve bunları özümsemem gerekiyor."

    "demek gündüzleri uyuyorsunuz." diye gülümsedim.

    şaşırtıcı bir biçimde kendisi de gülümseyerek karşılık verdi, yalnız daha çok yüz ekşitmeye benzer şekilde. "avlarınızı izlerken, onların alışkanlıklarına uyum sağlarsınız."

    sonraki gün daha fazla soru ile döndü, bu seferkiler belirli bir konu hakkındaydı. doğu skyrim'in vampirleri ile ilgili konuşmak istedi. ona en güçlü kabile olan, paranoyak ve zalim, kurbanının damarlarındaki kanı dondurabilen nefese sahip volkihar vampirlerinden bahsettim. gözden uzak, korkutucu göllerdeki buzların altında yaşadıklarını, beslenmek dışında insanların dünyasına hiç çıkmadıklarını anlattım. movarth piquine dikkatlice dinledi ve gecenin sonuna doğru, en sonunda ayrılmak için hazırlanana kadar sordukça sordu.

    "sizi önümüzdeki birkaç gün içerisinde görmeyeceğim." dedi. "fakat geri dönüp bilginizin ne kadar yararlı olduğunu anlatacağım."

    sözünde durarak, dört gün sonra, gece yarısı şapelime döndü. yanağında taze bir yara vardı fakat o sert ama memnun bakışları ile gülümsüyordu. "tavsiyeniz bana çok yardımcı oldu" dedi. "fakat bilmelisiniz ki, volkihar vampirlerinin bahsetmediğiniz bir yeteneği dah var. göllerin üzerine, buzları hiç kırmadan çıkabiliyorlar. hiçbir uyarı olmadan arkadan yakalanmak epey kötü bir sürprizdi."

    "ne kadar olağanüstü." dedim gülerek. "ve korkunç... kurtulduğunuz için şanslısınız."

    "ben şansa inanmam. bilgiye ve eğitime inanırım. verdiğiniz bilgi bana yardım etti ve birebir dövüş konusundaki eğitimim, kan emicinin kaderini belirledi. hiçbir zaman herhangi bir silaha güvenmedim. çok fazla bilinmezlik var. en iyi kılıç ustası bile kusurlu kılıçlar yapabilir fakat siz kendi vücudunuzun neler yapabileceğini bilirsiniz. eğer ilk darbeyi indirebilirsem, dengemi kaybetmeden bin vuruş bile yapabilirim."

    "ilk darbe demek?" diye mırıldandım. "yani hiçbir zaman şaşırtılmamalısınız."

    "bu nedenle size geldim" dedi movarth. "bu canavarların çeşitli lanetlerini, yaşayan herkesten daha fazla bilen kişisiniz. şimdi bana kuzey yeşilyurt vampirlerinden bahsetmelisiniz."

    bir kez daha dediğini yaptım, soruları benim bilgeliğimi zorladı. anlatılması gereken çok fazla kabile vardı. sadece mum ışığında görülmesi dışında bosmer'lardan farkı olmayan bonsamu kabilesi. sisin içinde buharlaşabilen keerilth kabilesi. insanları bütün halinde yutabilen yekef kabilesi. çocukları avlayıp sonra da ailede onların yerini alan, yıllar boyunca sabırla bekleyip, olağanüstü açlığıyla hepsini katleden korkunç telboth kabilesi.

    bir kez daha, birkaç hafta içerisinde geri dönmeye söz vererek bana veda etti ve aynen dediği gibi gece yarısında döndü. bu sefer movarth'ın yeni yaraları yoktu fakat yine de farklı bilgiler getirmişti.

    "keerilth'lerin su altına itildiğinde buharlaşamadığı konusunda yanılıyormuşsunuz." dedi sevecenlikle omzuma vurarak. "neyse ki buharlaşıp sise dönüştüklerinde çok uzaklara seyahat edemiyorlardı da yakalamayı başardım."
    "sizi korkunç bir şekilde şaşırtmıştır. alan bilginiz etkileyici hâle geliyor" dedim. "yıllar öncesinden sizin gibi bir yardımcım olmalıydı."

    "şimdi bana anlatın." dedi. "cyrodiil'in vampirleri hakkında..."

    söyleyebildiklerimi söyledim. cyrodiil içerisinde tek bir kabile vardı, tüm rakiplerini aynı imparatorluk savaşçıları'nın yaptıkları gibi dışarı atan güçlü bir klan. gerçek isimleri bilinmiyordu, tarih içerisinde kaybolmuştu fakat gizlilik konusunda ustaydılar. yaşayan normal insanlara tıpatıp benziyorlardı. eğer kendilerini iyi beslerlerse, yaşayan insanlardan ayırt edilemezlerdi. diğer eyaletlerdeki vampirlerden daha kültürlü ve medeniydiler. kurbanları uyurken ve farkında değilken onlarla beslenmeyi tercih ediyorlardı.

    "onları şaşırtmak zor olacaktır."
    movarth kaşlarını çattı.
    "fakat bir tanesini izleyip, öğrendiklerimi size aktaracağım. ondan sonra bana ulu kaya, balyozyurt, elsweyr, kara bataklık, morrowind, yaztutan adaları'ndaki vampirlerden bahsedeceksiniz, anlaştık mı?"

    başımı salladım, bu adamın sonsuz bir görevde olduğunu anladım. işlerin nasıl yürüdüğünü, tüm çıplaklığı ile öğrenmeden tatmin olmayacaktı. her şeyi bilmek zorundaydı.

    bir ay boyunca dönmedi ve döndüğü akşam, şapelimde yanan ışık olmadığı halde öfkesini ve umutsuzluğunu görebiliyordum.

    "başaramadım." dedi, ben bir mum yakarken. "haklıydınız, bir tane bile bulamadım."

    ışığı yüzüme yaklaştırıp gülümsedim. şaşırmıştı, hatta etimdeki solgunluğu, yaşlanmayan gözlerimdeki karanlık açlığı ve dişlerimi görünce afalladı. ah, evet, sanırım dişler, şaşırmaması gereken adamı kesinlikle şaşırtmıştı.

    "yetmiş iki saattir beslenemedim." diye açıkladım yüzümde bir gülümsemeyle üzerine doğru atılırken. ne ilk darbeyi, ne de son darbeyi vurabildi.

    ---
    spoiler ---

    -
    -
    -
    -
    -
    27 temmuz 2014 pazar eklemesi.
    -
    -
    -
    -
    -

    --- spoiler ---

    - dilenci -

    çeviri notu: kitapta geçen orijinal isimler tersten okunduklarında bir anlam ifade ettiği için, kitabın türkçe çevirisi yapılırken isimler bu anlamlara göre çevrilerek kitaba eklenmiştir.

    nalay nafri, zangin kuzey krallığı ilegnenafri'nin kraliçesi ilebiaş ve kralı ılatah'ın bir batında dünyaya gelen beş yavrusundan sonuncusuydu. hamileliği döneminde kraliçe boyunun iki katı katı kadar genişlemiş ve doğurması da başladıktan sonra üç ay altı gün sürmüştü. anlaşılabileceği üzere ılatah'a kaşlarını çatarak baktıktan sonra "iyi başa çıkmalar." deyip ölmüştü.

    pek çok kuzeyli gibi ılatah karısı ve çocuklarıyla ilgilenmedi. kafası bir hayli karışıktı, bu yüzden atmora'lı halkının eski geleneğine uyarak karısıyla beraber mezara girme yolunu seçti. aslında halk birbirlerine aşık olduklarını düşünmüyordu, hatta böyle bir geleneğin var olduğundan bile haberleri yoktu ama yine de kuzeyde ücra köşelerde yaşadıklarından dolayı can sıkıntılarının azaltacağı için minnettardılar.

    ev halkını ve haykırıp duran beş tombul varisini topladı ve mirasını böldü. oğlu natalraş'a ünvanını, oğlu ilayah'a toprağını, oğlu zisrileb'e servetini, kızı tilkat'a da ordusunu verdi. ılatah'ın danışmanları krallığın refahı için mirasını birarada tutmasını tavsiye etti ama ılatah'ın ne krallığı ne de danışmanları umurundaydı.

    ilanının ardından hançerini boğazına çaldı. biraz utangaç olan bir hizmetçi, kralın canı tükenip giderken onunla konuşmaya karar verdi. "majesteleri, beşinci çocuğunuzu unuttunuz. nalay'ı." ılatah inledi. doğal olarak boğazından kan fışkırırken dikkatini vermesi zordu. kral beyhude bir çabayla miras bırakacak bir şey düşündü ama hiçbir şey kalmamıştı.

    sonunda tükürükler içinde ve kızgınca "nalay da kendisi bir şeyler isteseydi." dedi ve öldü.

    birkaç günlük bebeğin kalkıp mirastan payının istemesinin beklenmesi haksızlıktı. nalay nafri, doğuştan gelen hakkını babasının son nefesinde alamamıştı. hiçbir şeyi olmayacaktı.

    kimse almayınca seba adındaki utangaç hizmetçi bebeği alıp eve götürdü. evi eski bir barakaydı ve yıllar geçtikçe de gitgide çöküp eskidi. iş bulamayınca seba bütün mobilyalarını küçük nalay'a yemek verebilmek için sattı. konuşup yürümeye başlayınca duvarları ve tavanı da sattı, böylece ev dedikleri yer sadece bir zeminden ibaret hale geldi. daha önce skyrim'e geldiyseniz, bunun kıtı kıtına kafi geldiğini takdir edersiniz.

    seba, nalay'a nasıl doğduğunu veya kardeşlerinin miraslarıyla gayet refah içinde yaşadığını hiç anlatmadı, daha önce dediğimiz gibi utangaçtı ve konuya nasıl gireceğini bilemiyordu. hatta o kadar utangaçtı ki, nalay ne zaman nereden geldiği hakkında sorular sorsa seba kaçıyordu. az ya da çok bütün sorulara cevabı buydu: kaçmak.

    onunla iletişim kurabilmek adına nalay neredeyse yürümek ile eş zamanlı olarak koşmayı öğrendi. ilk başta üvey annesine yetişmekte zorlanıyordu ama zamanla kısa ve uzun mesafede uygun bir şekilde ayak uydurmayı başardı. hiçbir zaman sorularının cevabını alamadı ama nasıl koşacağını iyi öğrendi.

    yıllar geçip nalay büyüdükçe, ilegnenafri krallığı da acımasız bir yere dönüştü. kral natarlaş'ın bir serveti yoktu çünkü zisrileb'e verilmişti, gelir sağlayacak bir toprağı yoktu çünkü ilayah'a verilmişti, halkını koruyacak bir ordusu yoktu çünkü tilkat'a verilmişti. dahası sadece küçük bir çocuk olduğu için bütün kararlar yozlaşmış divandan çıkıyordu.

    krallık bürokratik, sömürücü bir yere dönüşmüştü; yüksek vergiler, önüne geçilemeyen suçlar ve komşu krallıkların istilaları. tamriel'deki bir krallık için alışılmadık bir durum değildi ama yine de istenmeyen bir vaziyet olduğu kesindi.

    günler geçti, zaman bir su gibi aktı ve sonunda tahsildar seba'nın barakasına geldi. alabileceği yegane şey olan döşemeyi aldı. utangaç hizmetçi karşı çıkmaktansa kaçmayı yeğledi ve nalay bir daha onu hiç görmedi.

    evsiz ve annesiz kalan nalay ne yapacağını bilemedi. seba'nın barakasında soğukta açıkta kalmaya alışıktı ama şimdi karnı açtı.

    "bir parça et alabilir miyim?" diye sordu sokağın sonundaki kasaba. "çok açım."

    kasap, çocuğu uzun yıllardır biliyordu; sık sık karısına tavansız ve duvarsız evde büyüyen çocuk için üzüldüğünü söylerdi. nalay'a gülümsedi ve "git yoksa vururum." dedi.

    nalay aceleyle kasaptan ayrıldı ve yakındaki meyhaneye gitti. meyhaneci eskiden kralın sarayında bir uşaktı ve çocuğun bir prens olduğunu biliyordu. pek çok kez onu sokakta lime lime olmuş üst başıyla görür ve kaderin acımasızda davrandığını düşünüp içini çekerdi.

    "yiyecek bir şeyler verebilir misiniz?" diye sordu nalay meyhaneciye. "karnım çok aç."

    "seni pişirip yemediğim için şanslısın." diye yanıtladı meyhaneci.

    nalay hemen meyhaneyi terk etti. günün geri kalanı boyunca ilegnenafri'nin sakinlerinden yiyecek dilendi. bir kişi ona bir şey attı ama o da yenilmesi mümkün olmayan bir taştı.

    gece yaklaşırken pejmürde görünümlü bir adam nalay'ın yanına geldi ve tek bir söz etmeden biraz meyve ve bir parça kurutulmuş et verdi. delikanlı kocaman açılmış gözleriyle hepsini yiyip bitirdi ve nazikçe teşekkür etti.

    "eğer yarın sokaklarda dilendiğini görürsem," diye gürledi adam "seni bizzat ben öldürürüm. loncamızın bir şehirde müsaade ettiği dilenci sayısı bellidir ve sen sınırı aşıyorsun. işimizi mahvetme!"

    nalay nafri'nin koşmayı öğrenmesi iyi olmuştu. bütün gece kaçtı.

    nalay nafri'nin hikayesi "hırsız" kitabında devam etmektedir.

    ---
    spoiler ---

    --- spoiler ---

    - hırsız -

    çeviri notu: kitapta geçen orijinal isimler tersten okunduklarında bir anlam ifade ettiği için, kitabın türkçe çevirisi yapılırken isimler bu anlamlara göre çevrilerek kitaba eklenmiştir.

    eğer okuyucu nalay nafri'nin hayatında bu serilerin ilk kısmını okumanın memnuniyetine ulaşamadıysa, "dilenci" kitabını özet geçemeyeceğim için, kitaba hemen bakmalı.

    sana bu kadarını anlatacağım, kibar okuyucu. nalay'ı son gördüğümüzde bir çocuktu, bir öksüz, skyrim'in vahşi kış ormanlarından, ilegnenafri'deki evinden uzağa kaçani kaybeden bir dilenci. genç bir adam oluncaya kadar, yıllar boyu orda burada duraklayarak koşmaya devam etti.

    nalay, yemek bulmaya çalıştığı sırada, onu istemenin en zahmetli kısım olduğunu fark etti. vahşi doğada bulmak ya da korumasız marketlerden almak çok daha kolaydı. yemek elde etmek için yalvarmaktan daha kötü olan tek şey, onu alacak para için çalışma şansı amacıyla yalvarmaktı. hayır, nalay'a göre, en iyisi bir çöpçü, dilenci ve de hırsız olmaktı.

    ilk hırsızlık işini ilegnenafri'yi terk ettikten kısa bir süre sonra, haarbeld kötünün hemen doğusunda, jensen dağı'nın yakınlarındaki engebeli arazide, tamburkar'ın kuzey ormanlarındayken yaptı. nalay, açlıktan ölüyordu, 4 gündür çiğ sıska bir sincaptan başka bir şey yememişti. pişen etin kokusunu aldı ve sonra da dumanını buldu. bir ozan grubu kamp yapıyordu. çalılıktan onların yemek yapmalarını, şakalaşmalarını, kur yapmalarını ve şarkı söylemelerini seyretti. biraz yemek isteyecekti ama pek çoğu onu önceleri reddetmişti. bunun yerine, ateşten bir parça eti kaptı ve ozanlar altında durup ona gülerken o, yanıklardan irkilerek, eti yemek için en yakın ağaca tırmandı.

    "sıradaki hareketin ne, hırsız?" diye kıkırdadı, dövmelerle kaplı zarif, kızıl saçlı bir kadın. "seni yakalayıp cezalandırmadan bizden nasıl kaçmayı düşünüyorsun?"

    açlığı azaldıkça, nalay, kadının haklı olduğunu fark etti. onların ortasıa düşmeden oradan gitmenin tek yolu, derenin üzerine eğilen dalı kırmaktı. bu, yaklaşık elli metre yükseklikteki bir uçurumdan düşmek demekti. ama başka seçeneği yoktu ve o tarafa doğru kıvrılmaya başladı. "nasıl düşeceğini biliyor musun, evlat?" diye bağırdı genç ama nalay'dan birkaç yaş daha büyük olan, ince ama kaslı, en ufak hareketinde zarafet olan bir khajiit. "eğer bilmiyorsan, hemen buraya gel ve hakkın olanı al. sana birkaç çürük verip yoluna gönderecekken, boynunu kırman çok aptalca olur."

    "tabii ki nasıl düşeceğimi biliyorum." diye bağırdı nalay ama bilmiyordu. düşmenin, kendini doğanın akışına bırakmaktan başka bir sırrının olamayacağını düşündü. ama elli metre aşağıya bakmak, herkesin fikrini değiştirebilirdi.

    "yeteneklerinden şüphe ettiğim için üzgünüm, hırsız efendi." dedi khajiit, sırıtarak. "belli ki vücudun dümdüz halde iken ilk önce ayaklarını bırakman gerektiğini biliyorsun ama gevşe ki bir yumurta gibi kırılmaktan kurtulasın. görünüşe göre kaderinde bizden kaçmak var."

    nalay akıllıca khajiit'in uyarularına uydu ve pek zarif olmayan biçimde ama kendini de incitmeden nehre atladı.

    geçmiş yıllar boyunca, genellikle bir hırsızlık sonrası, üstelik altında su da olmadan daha yüksek yerlerden atlamak zorunda kalmıştı ve o da bu temel tekniği geliştirmişti.

    yirmi birinci yaş gününün sabahında jallenheim'in batı kasabasına vardığında, soyulmayı en çok hak eden en zengin kişiyi bulması pek uzun sürmedi. kasabanın merkezi yakınındaki bir parktaki zapt edilemez gözüken saray, zisrileb isimli gizemli bir genç adama aitti. nalay, sarayı bulup izlemekte zaman kaybetmedi. öğrenmeye geldiği bu kuvvetlendirilmiş kale, sert kabuğunun ardındaki gariplikleri ve huylarıyla tıpkı bir insan gibiydi.

    eski bir saray değildi, belli ki zisrileb'e yakın zamanda miras kalmıştı. düzenli olarak gardiyanlar dolaşıyordu, ki bu da zengin adamın soyulmaktan korktuğunu gösteriyordu. sarayın en dikkat çekici özelliği, taş duvarların üzerinden yüz metre kadar yükselen, şüphesiz işgalcilere iyi savunulduğu izlenimi veren kulesiydi. nalay, eğer zisrileb düşündüğü kadar paranoyak biri ise, o zaman kule, saray ambarını da görüyor demektir, diye tahmin etti. zengin adam, servetine göz kulak olmak isteyecekti. bu da demekti ki ganimet doğrudan kulenin altında olamazdı, duvarların içindeki avluda bir yerlerdeydi.

    kuledeki ışık gece boyunca yanıyordu, bu yüzden nalay, cesurca, kaleyi gündüz vakti, zisrileb uykudayken ve gardiyanların hiç saldırı beklemediği bir anda soymanın en iyisi olacağına karar verdi. ve böylece, öğlen güneşi sarayın üstünde parıldarken, nala çabucak ön kapının yanındaki duvarı ölçtü ve surlarda gizlenerek bekledi. içerideki avlu, saklanmak için pek uygun olmayan düz ve ıssız bir yerdi ama orada iki tane kuyu olduğunu gördü. gardiyanlardan biri, zaman zaman su çekmek ve susuzluklarını gidermek için kullanıyordu fakat nalay, gardiyanların diğer kuyuyu kullanmadıklarını, sadece yanından geçip gittiklerini fark etti.

    gardiyanların dikkatinin dağılmasını bekledi, bir an için saraya yiyecek getiren tüccar, vagonla geldiğinde, onlar vagonu ararken, nalay zarif biçimde, ayakları önde, duvardan kuyunun içine doğru atladı.

    nalay'ın tahmin ettiği gibi çok da yumuşak bir iniş olmadı çünkü kuyu su dolu değildi ama altın doluydu. yine de, yere düştükten sonra nasıl yuvarlanacağını biliyordu ve yaralanmadı. nemli yeraltı ambarında, ceplerini altında doldurdu ve tam kuleye çıktığını tahmin ettiği kapıdan geçerken, geride bıraktığı bütün altınlardan daha değerli, elma büyüklüğünde bir mücevheri fark etti ve onu da pantolonuna zor da olsa sıkıştırdı.

    kapı gerçekten de kuleye çıkıyordu. nalay, sessiz ama hızlıca yürüyerek yukarıya doğru kıvrılan merdiven boşluğunu takip etti. tepede, sarayın efendisinin özel ordu karargahını buldu, şatafatlı ve soğuk duvarlarında paha biçilemez sanat çalışmaları, dekoratif kılıçlar ve kalkanlar vardı. nalay, çarşafların altında horlayan ahmağın zisrileb olduğunu zannetti ama çok yakından da incelemedi. pencereye süründü ve dışarı baktı.

    kesinlikle zor bir düşüş olacaktı. kuleden atlayıp, duvarları geçmesi ve karşı taraftaki ağaca varması gerekiyordu. ağaç dalları acıtacaktı ama düşüşünü de kesecekti. herhangi bir sakatlıktan korunmak için ağacın altına bir yığın saman bırakmıştı. odanın sahibi uyanıp "mücevherim" diye bağırmaya başladığında, tam da atlamak üzereydi. nalay, gözleri tamamen açık, ona bir süre baktı. birbirlerine benziyorlardı. kardeş oldukları için, bu pek de şaşırtıcı sayılmazdı.

    nalay nafri'nin hikayesi "savaşçı" kitabında devam eder.

    ---
    spoiler ---

    --- spoiler ---

    - savaşçı -

    çeviri notu: kitapta geçen orijinal isimler tersten okunduklarında bir anlam ifade ettiği için, kitabın türkçe çevirisi yapılırken isimler bu anlamlara göre çevrilerek kitaba eklenmiştir.

    bu, dört kitaplık serideki üçüncü kitaptır. eğer ilk iki kitabı okumadıysanız, öncelikle "dilenci" ve "hırsız"ı okumanız tavsiye edilir.

    zisrileb nafri, geçmişini pek bilmiyordu. umursamıyordu da.

    bir çocuk olarak ilegnenafri'de yaşamıştı ama krallık çok fakirdi ve bunun sonucu olarak da vergiler çok yüksekti. oldukça yüksek olan mirasını yönetemeyecek kadar gençti ama hizmetçileri, efendilerinin yıkıma uğramasından korkarak onu jallenheim'e götürdüler. kimse neden o yerin seçildiğini bilmiyordu. artık toprağa karışmış zamanının kimi yaşlı hizmetçilerii orasının çocuk büyütmek için iyi bir yer olduğunu düşünmüştü. başka kimsenin de daha iyi bir fikri yoktu.

    genç zisrileb'den daha çok şımartılmış çocuklar olabilir ama bu da şüphelidir. büyüdükçe zengin olduğunu ama bundan başka hiçbir şeyi olmadığını anladı. ne ailesi, ne sosyal pozisyonu ne de güvenliği. bağlılık, birden çok olayda farkına vardığı üzere, gerçekten satın alınamazdı. ama bir servete, muazzam bir hazineye sahip olduğunu biliyordu, bunu korumaya karar verdi ve mümkünse artırmaya. aksi durumlarda kimi mükemmel insanlar açgözlüdürler ama zisrileb, altınları biriktirip saklamaktan başka ilgisi olmayan, doğanın ya da doğumun nadir bir kazasıydı. servetini artırmak için her şeyi yapmak istiyordu. yakın zamanda paralı asker kiralayıp arzu edilen mülklere saldırmaya başlamıştı ve kimse artık orada yaşamak istemediğinde de satın alıyordu. sonra tabii ki de saldırılar kesiliyordu ve zisrileb, yok pahasına satın aldığı kar getiren bir toprağa sahip oluyordu. birkaç ufak tarlayla başlamıştı ama yakın zamanda daha tutkulu bir seferberlik başlatmıştı.

    kuzey orta skyrim'de, benzersiz coğrafik önemi olan aalto denen yer bulunmaktadır. her bir yanı buzullarla çevrili uyku halindeki bir volkanik vadi. yeryüzü, volkan nedeniyle sıcak ama sabit biçimde su, hafifçe çiseler ve hava da buz gibi soğuktur. jazbay denilen bir üzüm çeşidi sadece burada rahatça yetişir ve tamriel'deki diğer her yerde solar ve ölür. garip üzüm bağı, kişiye özel olacak biçimde sahiplenilir ve çok az ve oldukça pahalı olmasına rağmen bunlardan şarap üretilir. söylenir ki imparator, yılda bir kere bundan bir bardak içmek için imparatorluk konseyi'nin iznine ihtiyaç duyarmış.

    topraklarını ucuza satması için aalto'bub sahibini rahatsız etmek amacıyla, zisrileb'in birkaç paralı askerden fazlasını kiralaması gerekiyordu. skyrim'deki en iyi özel orduyu kiralamalıydı, zisrileb para harcamayı sevmezdi ama ordunun komutanı olan tilkat isimli kadına ödeme yapma konusunda anlaşmıştı, elma büyüklüğünde bir mücevher verecekti. henüz vermemişti -ödeme, görev başarılı olduktan sonra verilecekti- ama böylesi bir ödülü vereceğini bildiği için uyumakta sorun yaşıyordu. daime gündüzleri uyuyordu, geceleri de hırsızların yakınlarda olduğunu bildiği için deposunu izleyebiliyordu.

    bu da bizi, rahatsız bir uykudan sonra zisrileb'in öğlen vakti uyanıp yatak odasındaki hırsıza şaşırdığı ana götürüyor. bu hırsız nalay idi.

    nalay, pencereden atlamayı düşümüştü, yüz metre aşağıya, korunaklı sarayın duvarlarının ötesindeki bir ağacın dallarının içine ve bir saman yığınının içine yuvarlanmayı. böylesi bir kahramanlığı deneyen herkes, böyle bir şey yapmanın konsantrasyon ve sinir gerektirdiğine şahit olacaktır. odada uyuyan zengin adamın uyandığını gördüğünde her ikisi de onu terk etti ve nalay, zisrileb'in uykuya geri dönmesini beklemek için uzun, süslü bir kalkanın arkasına kaçtı.

    zisrileb uykusuna geri dönmedi. hiçbir şey duymamıştı ama onunlar birlikte birisi olduğunu hissetmişti. ayağa kalktı ve odada ilerlemeye başladı.

    zisrileb hızlandı ve hızlandı ve giderek hayal görmeye başladığına karar verdi. hiç kimse yoktu. hazinesi güvenli ve korunaklıydı.

    yatağına dönerken bir tıkırtı duydu. arkasını dönünce mücevheri gördü, tilkat'a vereceği mücevher, atmoran süveri kalkanının yanında yerdeydi. kalkanın ardından bir el çıktı ve mücevheri aldı.

    "hırsız!" diye bağırdı zisrileb, duvardan değerli taşlarla süslenmiş akaviri katanasını alıp kalkana doğru kaldırırken.

    nalay ve zisrileb arasındaki "kavga" harika düellolar yıllığına girmeyecekti. zisrileb kılıç kullanmasını bilmiyordu ve nalay da kalkanla engellemeyi... acemiceydi, garipti. zisrileb öfkeliydi ama psikolojik olarak, kılıcın desenine herhangi biçimde zarar verecek ve pazardaki değerini azaltacak bir biçimde kılıcı kullanamıyordu. nalay, hareket etmeye devam etti, kalkanı beraberinde sürükleyerek, kendisi ile kılıç arasında kalmasına çalışarak, ki bu sonuçta herhangi bir karşı koymanın en hayati kısmıydı.

    zisrileb, kalkana saldırıp onu odanın karşı tarafına ittirdikçe öfke içinde bağırıyordu. hatta mücevheri tilkat adındaki muhteşem bir savaşçıya söz verdiğini açıklayarak hırsızla pazarlığa bile girişti. ve eğer onu geri verirse, zisrileb, ona memnuniyetle başka bir şey verecekti. nalay bir dahi değildi ama buna inanmadı.

    zisrileb'in gardiyanları, efendilerinin çağrısına uyarak yatak odasına geldiklerinde, kalkanı bir pencereye sıkıştırmayı başarmıştı.

    gardiyanlar kalkana hücum ettiler, kılıçta zisrileb'in olduğundan daha fazla uzmanlıkla. ama arkasında hiçbir şey olmadığını gördüler. nalay pencereden atlayıp kaçmıştı.

    jallenheim'in sokaklarında şiddetli biçimde koşup, cebindeki altın paralardan şıngırtı sesi çıkartıp, sakladığı yerden devasa mücevherin okşamasını hissederken, nalay, nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu. sadece bu kasabaya geri gelmemeliydi ve mücevherde hakkı olan tilkat isimli savaşçıdan sakınmalıydı.

    nalay nafri'nin hikayesi "kral" kitabında devam etmektedir.

    ---
    spoiler ---

    --- spoiler ---

    - kral -

    çeviri notu: kitapta geçen orijinal isimler tersten okunduklarında bir anlam ifade ettiği için, kitabın türkçe çevirisi yapılırken isimler bu anlamlara göre çevrilerek kitaba eklenmiştir.

    soylu okurum, eğer bu serinin ilk üç kitabı olan "dilenci", "hırsız" ve "savaşçı"yı okuyup da zihnine kazımazsan yazılanlardan hiçbir şey anlamayacaksın. bu yüzden sahafına bir danışmanı salık veriyorum.

    kahramanımız (!), jallenheim'deki zisrileb isimli zengin adamdan çok fazla altın çaldı, ayrıca bolca da değerli taş. hırsız kuzeye kaçtı, altını hayasızca harcadı -hırsızların genellikle yaptığı gibi- haram zevklerinin detaylarına girmiyorum çünkü bunu okuyan bir beyefendi veya hanımefendiyi rahatsız edeceğinden şüphem yok. elinde tuttuğu tek şey, o değerli taştı.

    taşı özel bir amaçla saklama niyetinde değildi fakat aklında hep onu alabilecek kadar zangin biri olup olmadığı sorusu vardı. ve sonra kendini, elindeki milyonlar edecek mücevherle parasız buldu.

    kuzeyde, hayaletler denizinin yakınında konuşlanmış olan kravenwold köyündeki hancıya "bana bunun karşılığında oda, ekmek ve bir sürahi bira verir misin?" dedi.

    hancı şüpheli tavırlarla baktı:

    "bu sadece bir adet kristal." diye cevap verdi. nalay hemen: "ama hoş değil mi?" dedi. hanın sonunda zırhlı bir kadın "bir bakayım." dedi. izin verilmesini beklemeden taşı aldı, biraz baktı ve pek hoş olmayan bir şekilde gülümseyerek nalay'a: "bana katılır mısınız?" dedi.

    "aslında biraz acelem var." dedi nalay taşı tutarak "başka bir zaman olsa?"

    "saygısızlık etmek istemem, dostum. hancı şahit, ben ve adamlarım buraya girmeden önce silahlarımızı arkamızda bıraktık." dedi kadın resmi bir dille ve mücevheri geri vermeden yanı başında duran bir süpürgeyi eline alarak. "fakat şu elimde gördüğünü seni bayıltmak için pekala kullanabilirim de. elbette bir silah değil fakat en azından birkaç kemiğini kırmaya yeter. değil mi?"

    nalay çabucak, "hangi masa?" diye sordu.

    genç kadın onu, hanın dibindeki bir masaya götürdü. köşede on kişilik bir kuzeyli grubu oturuyordu. nalay orada olduklarını görmemişti. nalay'a küçümseyen bakışlarla, bir böceği ezmeden önceki ruh halindeymişler gibi bir bakış attılar.

    "benim adım tilkat." dedi kadın. nalay şaşırdı! bu isim zisrileb'in, nalay'ın kaçışından önce söylediği ismin aynısıydı! "ve bunlar da benim teğmenlerim. ben büyük ve bağımsız bir asil süvariler ordusunun kumandanıyım. skyrim'in en iyileri biziz desem yeridir. yakınlarda aalto'daki üzüm bağlarına saldırmak ve sahibi olan ilayah'ı, bağları işverenimiz zisrileb'e sattırmak için görev aldık. ödememiz, çok değerli ve büyük boyutlarda olan, hatasız ve ünlü bir mücevherdi."

    "bize denileni yaptık. ödülümüz için zisrileb'e gittiğimizde, bize şimdi ödeme yapamayacağını söyledi. sonunda bize neredeyse mücevherle eşit olabilecek değerde para ödemesi yaptı. her ne kadar bu ödem tüm altın stoğunu bitirmemiş olsa da, artık aalto'dan yer alamayacağı kesin gibiydi. e biz de paramızı tam olarak alamadığımız için, zisrileb çok ağır bir finansal çöküşe geçti ve ilayah'ın yüksek miktarda hasat edilmiş ürünü de bir hiç uğruna yok edildi." tilkat önündeki biradan uzun ama yavaş yudumlar aldı. "şimdi bana doğruyu söylemeni bekliyorum."

    "nasıl oldu da bu mücevher senin eline geçti?"

    nalay hemen cevap vermedi.

    onun yerine, sakallı barbarın masaya bıraktığı bir dilim ekmeği alıp yedi.

    "özür dilerim" dedi, ağzı doluydu. "tabii ki, bu değerli taşı almaman için seni engelleyemem ama diğer yönden de; umurumda olacağını pek sanmıyorum. hem bunun nasıl elime geçtiği hakkında yalan söylemem çok gereksiz olur. bunu sizin işvereninizden çaldım. elbette size ve asil süvarilerinize zarar vermek gibi kasıtlı bir amacım yoktu fakat sizin gibi bir insan için sözlerimin değerli olduğunu da pek sanmıyorum."

    "hayır." diye cevapladı tilkat, somurtuyor fakat gözlerinde eğlendiğini belirten bir bakış görülüyordu. "hiç de değerli değil."

    nalay bir parça ekmek daha alıp "ama beni öldürmeden önce" dedi. "söylesenize, sizin gibi onurlu süvarilerin bir görev için iki kere ödeme alması ne kadar şerefli? benim onurum yoktur fakat düşünüyorum da zisrileb sırf size söz verdiği için zararına ödeme yapmayı kabul etti, bunun üzerine mücevheri de aldınız, toplam kazancınızın onur kelimesiyle alakası var mı?"

    tilkat süpürgeyi aldı ve nalay'a baktı, gülmeye başladı. "senin adın nedir, hırsız?"

    hırsız "nalay." dedi.

    bize söz verildiği gibi, mücevheri alacağız. ama sen de haklısın. tek bir iş için iki defa ödüllendirilmemeliyiz." savaşçı kadın süpürge sopasını yere bırakarak. "sen bizim yeni işverenimizsin. yeni ordunun senin için ne yapmasını arzu ederdin?"

    birçok insan adlarına çalışan bir ordudan ziyadesiyle faydalanmak ister fakat nalay bu insanlardan biri değildi. kafasında ölçüp biçti ve en sonunda bunun başka bir zamanda ödenmesi gereken bir borç olduğunu düşündü. kadının tüm vehşiliğine rağmen, tilkat ordunun içinde büyümüş basit bir kadındı. tek bildiği savaşmak ve onurdu.

    nalay, kravenswold'dan ayrılırken arkasında emrine amade bir ordu vardı ama ismi beş para etmezdi. tekrar çalacağını biliyordu.

    ağaçların arasında gezinip, yiyecek ararken çok farklı bir alışılmışlık hissi yaşadı. bu fundalık yine çocukken acıktığı zamanlarda gelip yiyecek aradığı yerdi. sağındaki yolun sonuna vardığında, cici, aptal, utangaç hizmetçi seba tarafından büyütüldüğü krallığa geldiğini fark etti.

    ilegnenafri'deydi.

    gençliğinden beri daha da umutsuzluk içindeydi kasaba. ona ekmek vermeyi reddeden dükkanlar kapanmış, terk edilmişti. birkaç şehir sakini vergilerden, despotluktan, barbar saldırılarından bitap düşmüş, zıplamaya dermanı olmayan pireler gibi siliklerdi. nalay gençliğinin şu anki durumdan ne kadar da şanslı olduğunun farkına vardı.

    buna rağmen, bir şato ve kral vardı. nalay, bir an önce hazineyi çalmak için planlar yapmaya başladı. her zamanki gibi mekanı iyice süzdü, güvenlik ve görevliler hakkında notlar aldı. bu iş bayağı zamanını almıştı. en sonunda orada ne bir güvenlik, ne de görevli olduğunu anladı.

    ön kapıdan hazineye giden boş koridorlara ilerledi. kayda değer hiçbir şey yoktu, yalnız bir adam olduğunu fark etti. aynı nalay'ın yaşlarındaydı ama daha yaşlı görünüyordu. "burada çalacak hiçbir şey yok." dedi. "önceden varmış ama." kral natalraş erken yaşlanmıştı. nalay ile aynı beyaz saçları ve kırılmış cama benzeyen gözleri vardı. doğrusu zisrileb ve tilkat'a da benziyordu. nalay daha önce bu çökmüş toprakağası aalto'yu görmemiş olsa da, gözlerini ona dikmiş bakıyordu. hiç şüphesiz kral beşizlerinden biriydi. "hiçbir şeyin yok mu?" diye sordu nalay.

    "lanet olsun ki hayır, benim gariban krallığımın dışında hiçbir şey!" dedi kral şikayet ederek; "başa ben geçmeden önce güç ve zenginlik, hepsi mevcuttu. fakat ben hepsini elimin tersiyle iterek sadece unvanı kabullendim. omuzlarımda tüm hayatım boyunca sorumluluğun yükü vardı fakat asla onları gerçekleştirecek gücü kendimde bulamadım. sanki yazgımmış gibi bütün bu lanet harabelere bütün hayatım boyunca bakmak zorunda kaldım. ve nefret ettim. eğer krallık kökten çalınıyor olsaydı, seni durdurmak için parmağımı bile kıpırdatmazdım."

    aslında bu krallığı çalıp götürmek hiç de imkansız görünmüyordu. nalay, fiziksel benzerliklerinden dolayı natalraş olarak birçok kez anılmıştı. gerçek natalraş, zısnakmi ismini alarak tüm mülkünü bırakmış ve aalto'nun şarap mahzenlerinde çalışmaya başlamıştı. hayatında ilk kez tattığı bir şeylerden sorumlu olmadığı anların tadına varmış, yıllar önünde eriyip gitmişti.

    yeni natalraş, tilkat'ın ordusunu yardım için çağırdı ve orduyu ilegnenafri krallığı'ndaki barışı sağlamak için kullandı. artık güven konusunda sorun yoktu, ticaret ve bereaberinde her şey tekrar eski düzenine döndü. nalay alınan gaddarca vergileri, gelişime destek için düşürdü. bunları duyan zisrileb, para kaybettiği için her zamankinden daha da sinirli, memleketine dönmesi için zorlandı. yıllar sonra aç gözlülüğünden kurtulmuş olarak ölüm döşeğindeyken birini kendi varisi yapmayı reddetti, böylece krallık kendi servetini yine kendisi yarattı.

    natalraş'ın hakkında güzel şeyler duyduktan sonra, nalay parasının bir bölümünü aalto'da üzüm bağları almak için harcadı.

    ve işte böylece kral ılatah'ın beşinci çocuğu, her zaman hak ettiği verasete konmuştu.

    nalay nafri; bir dilenci, bir hırsız, her çeşit bir savaşçı ve nihayet bir kral...

    ---
    spoiler ---

    .
    .
    .
    .
    .
    9 ağustos 2014 cumartesi eklemesi
    .
    .
    .
    .
    .

    --- spoiler ---

    - siyah felaket -

    dremora genç delikanlıya küçümseyerek baktı. onyedi ya da onsekiz yaşlarında görünüyordu, tam erkek bile sayılmazdı.

    "sen mi? beni sen mi çağırdın?"

    "annem büyüler konusunda yetenekli olduğumu söylüyor. bir gün bir büyücü olacağım, hatta baş büyücü!"

    "annen sihir hakkında ne bilir ki çocuk?"

    "o da bir sihirbaz! gizemli sanatlar üniversitesi'nde tılsımcı."

    "ah. gizemli sanatlarda başka bir amatör daha. eminim ki annen gayet sıradan biridir."

    "kapa çeneni! tomarı okuyorum. sana ne yapacağını söylemem gerekiyor."

    dremora karşılık veremedi. emir gereği sesini bağlamaya mecburdu.

    "sihirli bir elbise nasıl yapılır bilmem gerekiyor. annemin doğum günü için lazım."

    dremora sessizliğini bozmadı.

    "bana anlatmak zorundasın, kurallar böyle."

    çocuk bu cümleyi söyleyince sessizlik mecburiyeti kalktı ve dremora cevapladı, "ilk olarak bir ruh cevherine ihtiyacın olacak. bence bir tane var ve böylesine güzel bir amaç uğruna onu sana vermekten memnuniyet duyarım."

    "gerçekten mi? tamam. peki ruh cevheri neden gerekli?"

    gizli bir gülümsemeyle dremora çocuğa siyah renkli mat bir ruh cevheri uzattı.

    "hareketsiz bir nesneye sadece büyü yaparak istediğini elde edemezsin. sihir ayrıca niyet, arzu ve duygu içermelidir. ruh tılsıma güç verir. ruh ne kadar büyükse tılsım da o kadar güçlü olur."

    "peki bu ruh cevherinin içindeki ruh ne kadar büyük?"

    "o boş, içinde bir şey yok. senin onu, ruhla doldurman gerekiyor. en büyük ruhları kolaylıkla içinde tutabilir. bunu nasıl yapacağını biliyor musun?"

    asık bir suratla "hayır" dedi delikanlı.

    "izin ver sana göstereyim. böyle bir büyü yapman gerekecek."

    parmaklarının arasından ruh kapanı büyüsü akıverdi ve delikanlının etrafını sardı. çocuğun bir anda gözleri büyüdü.

    "hiçbir şey hissetmiyorum!" diyerek yakındı.

    pençelerini çocuğun göğüs kafesine geçirdikten sonra "peki ya şimdi?" diyerek cevapladı dremora. göğsünden koparılıp çıkarılmadan önce kalbi sadece bir kez atabilmişti.

    dremora, çocuk ölür ölmez çabucak siyah ruh cevherini kavradı. çocuğun ruhu kaçmayı denedi ama büyünün kapanına takıldı ve cevherin içine doğru sürüklendi. sadece siyah ruh cevherleri insanların ve elflerin ruhlarını hapsedebiliyordu.

    "anlaşılan annen sana, çağrılan bir dremoranın teklif ettiği hediyeyi asla almaman gerektiğini söylememiş." dedi cesede bakarak. "bir dremoranın teklifini kabul edersen çağrı kırılır, kural kalkar ve çağrılan özgür kalır. şimdi hadi gidip anneni bulalım. bir siyah ruh cevherim daha var."

    ---
    spoiler ---

    --- spoiler ---

    - çılgındeğnek -

    biliyorum, biliyorum büyüklerinin gözetimi olmadan küçük çocuklar sonsuz karanlığın güçlerini çağırmamalılar. ama 5 mart'ın o güneşli akşamında yanımda bir büyük olsun istemedim. hermaeus mora'yı, bilginin, öğrenmenin, şekerlerin ve cilanın daedrasını yanımda istedim. 5 mart akşamının hermaeus mora'nın akşamı olduğunu, doğduğum yerde kütüphanenin altında yaşayan güzel, geniş göğüslü adamdan öğrendim. ayrıca eğer bilgi kitabına, oghma infinium, sahip olmak istiyorsam onu çağırmak zorundaydım. ıssızkent'in yeni kıralı olduğunda, elde edebildiğin ufak bir bilgi bile işine yarıyor.

    normalde oblivion prensini çağırmak için cadı meclisine veya büyücü loncasına en azından birbirine eş yastık kılıfına ve çarşafına ihtiyacın var. kütüphane'nin altındaki adam bana bunu tek başıma nasıl yapacağımı gösterdi. bana kediyi traş etmeden önce fırtınanın en sert anına gelmesini beklemem gerektiğini söyledi. ayinin geri kalan kısmını unuttum. önemi yok.

    hermaeus mora olduğunu düşündüğüm biri belirdi. hermaeus mora olup olmadığından şüphe duymamın tek sebebi, daha önce okuduklarıma göre kendisi irice, garip şekilli, çok gözü ve pençeleri olan canavarımsı bir görünüşe sahip ama bu adam daha çok yelekli bir bankacıya benziyordu. ve kendisine sürekli olarak sheogorath olarak hitap ediyordu, hermaeus mora olarak değil. yine de başarılı bir şekilde hermaeus mora'yı çağırabilmiş olmanın mutluluğu içerisindeydim ve bu tutarsızlıklar beni rahatsız etmedi. aklıma yatmayan birkaç şey yaptı (bir ölümlünün algılayabileceğinin, düşünebileceğinin ve bilebileceğinin ötesinde olduğunu düşünüyorum), sonrasında da hizmetçisi bana mutlulukla çılgındeğnek diye bir şey verdi. çılgındeğnek.

    çılgındeğnek. çılgındeğnek. çılgındeğnek.

    çılgındeğnek. çılgındeğnek.

    çılgındeğnek.

    belki de çılgındeğnek bilgi'nin kitabıydı. belki de ben kedilerin kefe, kefelerin efe, efelerin defne, defnelerin de defin olabildiğini bildiğim için daha zekiyim.
    ayrıca kapıların yapı, yapıların yanlı, yanlıların yeni, yenilerin senin, senin olanın da benim olabildiğini bildiğimden. zeki biri olmalıyım, zira bu şeyleri birleştiren düzeneği anlamak bana çok kolay geliyor.

    o zaman neden veya ne sebep ile beni deli diye çağırmaya devam ediyorlar?

    çılgındeğnek.
    çılgındeğnek.
    çılgındeğnek.

    ---
    spoiler ---

    -----
    yorumum:
    üstteki hikayeden görmüş olabileceğiniz üzere, sheogorath deliliğin tanrısı. ve bu benim ilgimi çekti. onunla ilgili bir kitap görmüştüm, onu arayacağım oyunda. bulursam hemen aşağıya eklerim.
    -----

    -----
    edit:
    buldum.
    -----

    --- spoiler ---

    - sheogorath efsaneleri -

    sheogorath'ın müziği keşfetmesi

    çok eski zamanlarda, dünya hala ham haldeyken, sheogorath ölümlülerin arasına karışmaya karar verdi. elinde değnek olan bir beyefendi kılığına bürünüp kimse fark etmeden dünya üzerinde gezmeye başladı. on bir gün on bir gece sonra, ölümlülerin yaşamının kendi sonsuz ilahi yaşamından bile daha sıkıcı olduğuna karar verdi.

    "hayatlarını daha ilginç yapmak için ne yapabilirim acaba?" diye sordu kendi kendine. o esnada, yakınındaki genç bir bayan özlem dolubir şekilde, "şu kuşların sesi ne kadar da güzel." diye iç çekti.

    sheogorath içinden kızın bu sözüne hak verdi. sesleri berbat ve sıradan olan ölümlü insanoğlu, kuşlar gibi güzel ve ilham verici sesler çıkaramıyordu. sheogorath, diğer daedrik prenslerin sorumluluğunda olduğu için ölümlülerin doğasını değiştiremezdi. ama onlara güzel sesler çıkarmaları için enstrümanlar verebilirdi.

    sheogorath, narin genç kızı tuttuğu gibi parçalara ayırdı. kafasından ve kol kemiklerinden davul, tendonlarından ut ve diğer kemiklerinden flüt yapıp bu hediyeleri ölümlülere takdim etti, böylece müzik doğmuş oldu.

    .
    .
    .

    sheogorath ve kral lyandir

    kral lyandir son derece aklıselim bir adam olarak bilinirdi. küçük, sanattan yoksun ve çirkin görünümlü bir sarayda yaşardı. "bundan başka bir şeye ihtiyacım yok benim." derdi hep. "altınlarımı ordum ya da halkım için harcamak varken niye böyle lüks şeyler için çarçur edeyim ki?"

    krallığın duyarlı yönetimiyle birlikte halk zenginlik içinde yaşıyordu. ama ne var ki, halk her zaman tasarruf konusunda kralla aynı hassasiyeti göstermiyordu. gerekli ve kullanışlı olmamasına rağmen güzel görünen evler inşa ediyorlardı. sanat için vakit ve enerji harcıyorlardı. yıl içerisinde festivaller düzenleyip israf ediyorlardı; hayatlarından oldukça memnunlardı.

    kral lyandir halkının tutumlu ve duyarlı olmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı. ümitsizce yıllarca ne yapacağını düşünen kral, sonunda halkının vakitlerini boş işte harcamadıkları takdirde ne kadar çok şey kazanabileceklerini idrak edemediklerine karar verdi. herhalde tasarrufun nasıl yapılacağını onlara daha iyi göstermem gerekiyor diye düşündü.

    kran yeni binaların abartılı, dekorasyonlu ve gerektiğinden daha geniş yapılmalarını yasakladı. bu kral halkın hoşuna gitmedi ama krallarını seviyorlardı ve kanunlara saygı duyuyorlardı. birkaç yıl sonra artık binaların çoğu gösterişli ve abartılı yapılar değil, basit ve sade yapıdaydı. ama insanlar tasarruf edilen parayla daha fazla gösterişli sanat eseri almaya ve daha büyük festivaller düzenlemeye başladılar.

    bir kez daha, kral lyandir halkına vakit ve kaynaklarını daha uygun işlerde kullanmanın faydalarını göstermek istedi. şehirde sanatla ilgili her şeyi yasakladı. bu yeni karar insanları bir hayli rahatsız etti ama krallarının her zaman onların iyiliğini istediğini biliyorlardı. ama insanoğlunun arzularının doğası gereği bu kadar kolay kısıtlanamazdı. birkaç yıl içerisinde şehir tamamen basit ve sade binalarla doldu taştı ve sanattan tamamen arındırıldı. ama artık insanların festivaller ve partiler için daha fazla paraları ve vakitleri vardı.

    bu durumdan bir hayli üzgün olan kral lyandir, halkına bir çocuk gibi davranması gerektiğine karar verdi, tıpkı bir çocuk gibi gerçekte neyin önemli olduğunu anlamaları için güçlü bir otoritenin koyacağı kurallara ve disipline ihtiyaçları vardı. tüm eğlence etkinlikleri durduruldu. şarkı söylemek, dans etmek ve müzik artık yasaktı. hatta yiyecek ve içecekler bile sade su ve temel gıdalarla sınırlandırılmıştı.

    artık halkın canına tak etmişti. ama kralın iyi eğitimli ve güçlü bir ordusu olduğu için isyan etmek imkansızdı. bu yüzden halk büyük kalabalıklar halinde mabetlere ve tapınaklara akın etti ve tanrılara hatta bazı daedrik prenslere kral lyandir'in bu yeni kanunları geri alması için yalvarıp yakarmaya başladılar.

    sheogorath bu yalvarışları işitti ve kral lyandir'i ziyaret etmeye karar verdi. bir gece rüyasında krala göründü, kral çiçek bahçesindeydi ama çiçeklerin yaprakları yerine kolları ve merkezinde de deli tanrının yüzü vardı.

    "ben yaratıcılığın ve çılgınlığın lorduyum. sana yaratıcılıkla ilgili bir lütufta bulunamadığımdan seni diğer lütfumdan bolca istifade etmen için kutsamaya karar verdim."

    o günden sonra, şehirde doğan her çocuk delirmiş olarak doğdu. bebekler zihinsel hastalıkları belli etmedikleri için bu durum yıllar sonra ortaya çıktı. kralın öz oğlu da şizofreni krizleri ve paranoyadan muzdaripti. buna rağmen kral lyandir kararından bir türlü vazgeçmedi.

    oğlu glint 12 yaşındayken bir gece babasını yatakta uyurken bıçakladı. son nefesini verirken lyandir sordu: "niye?" oğlu cevapladı: "tasarruf yapıyorum babacığım."

    yeni genç kral tahta çıkar çıkmaz bütün hizmetçilerin öldürülmesini emretti. tahta çıkışını kutlamak için büyük bir şölen düzenledi. öldürülen saray hizmetçilerinin etlerinden güveç yapıp kutlamalarda halka ikram etti. şehrin doğuya bakan duvarlarının tamamen kırmızı renkte ve batıya bakan duvarlarının da çizgili olarak boyanmasını ve herkesin başının arkasına süslü maskeler takmasını emretti. daha sonra da sarayı ateşe verip yenisini yaptırdı.

    yeni sarayda, orman yaratıklarının saldırmasından korktuğu için yatak odasında kapı olsun istemedi. güneşin ve ayın onu kıskanıp sinsice öldüreceğinden korktuğu için pencere koydurmadı. ve kral glint içerideyken yatak odası inşa edildi.

    böylece kral glint'in dönemi sona ermiş oldu. şahir halkı sanat işlerine ve kutlamalar düzenlemeye tekrar başladı. sanki kralları o kapalı odada hala yaşıyormuş gibi yeni bir kral seçmeden hayatlarını sürdürdüler ve sarayı deli olan çocukların barınması ve bakımı için kullandılar. sheogorath sonuçtan oldukça memnun oldu. o günden sonra daha fazla sayıda yetenekli sanatçı ve akıl hastası ortaya çıktı.

    .
    .
    .

    irade yarışı

    bir zamanlar ravate adında büyük bir büyücü yaşardı. son derece değişken huylu olan daedra prensinden faydalanmak isteyen ravate, lord sheogorath'ı bulmak için zamanda yolculuk yaptı.

    sheogorath ile yüzleşince ravate nazik bir dille derdini anlattı:
    "lord sheogorath, lütfen bana bir iyilik yapın. eğer bana daha büyük sihirli güçler bahşederseniz memnuniyetle sizin adınıza bin adamı deliye çeviririm."

    neyse ki o esnada sheogorath'ın keyfi yerindeydi. ravate'ye bir oyun teklif etti,
    "seni delirtmek için üç gün boyunca elimden geleni yapacağım, eğer aklını yitirmezsen dileğini yerine getirip sana daha büyük sihirli güçler bahşedeceğim. çok eğlenceli olacak, inan bana."

    bu teklif ravate'nin pek hoşuna gitmedi. daha büyük sihirli güçler için bin adamı deliye döndürme fikri ona hâlâ daha makul geliyordu.

    "lord sheogorath, kusura bakmayın, sizi basit ve önemsiz isteğimle rahatsız ettim. ben talihsiz teklifimi geri çekip huzurunuzdan saygı ve hürmetle ayrılayım.

    sheogorath sadece güldü,
    "artık çok geç, yüce ravate. oyun çoktan başladı ve sen de oynamak zorundasın."

    ravate kaçmaya başladı ama baktı ki daedra aleminden tüm çıkışlar mühürlenmiş. endişeli bir şekilde sürekli etrafa bakınan ravate'nin en ufak bir gürültüde bile ödü kopuyordu, çaresizce etrafta dolandı. sheogorath'ın başlamasını beklerken her saniye işkence gibi geliyordu.

    ravate etrafındaki her bitki ve hayvanın sheogorath'ın bir tuzağı olduğunu düşünüyordu. 3 gün boyunca sheogorath'ın zehirlemiş olabileceğinden korktuğu için hiçbir şey yemedi ve içmedi. rüyalarına girmesinden korktuğu için hiç uyumadı.

    derken sheogorath ortaya çıkıverdi. ravate ağlayarak,
    "senin yüzünden bu dünyadaki her şeyin gözü benim üzerimde! buradaki her bitki ve hayvan senin emrinde beni delirtmeye çalışıyor!"

    sheogorath cevap verdi,
    "aslında ben hiçbir şey yapmadım. kendi korkuların seni bu hâle getirdi. paranoyaların akli dengenin yerinde olmadığının bir göstergesi ve bu durumda ben kazanmış oluyorum. sen bin adam delirtmeyi düşünürken, ben ise sadece tek bir kişinin aklını yitirmesini istiyordum, o da sendin."

    o günden sonra ravate, sheogorath'ın her türlü isteğini yerine getirdi. ne zaman bir yolcu sheogorath'a yaklaşmaya çalışsa, "sheogorath bizim içimizde yaşıyor, onu yenemezsin." diyerek uyarırdı.

    ---
    spoiler ---

    .
    .
    .
    .
    .
    26 ağustos 2014 salı eklemesi
    .
    .
    .
    .
    .

    oyunda iki tarafı da (imperial vs stormcloak) seçmediğimi belirterek yazıma devam etmek isterim.

    (meraklısına: donanımhaber'deki benim)

    bu yazdıklarımı sonuna dek okuyup da hâlâ ulfric fırtınapelerin diyecek adam yoktur herhalde.

    bu mesajımda neden ulfric fırtınapelerin'in tarafını seçmemeniz gerektiğini yazacağım.

    öncelikle birkaç meseleyi açığa kavuşturmak istiyorum.

    --- spoiler ---

    - imparatorluk talos'a ibadet etmeyi yasakladı.
    + birincisi, talos bir insandı. savaştaki beceri ve zaferlerinden ötürü kuzeyliler ona tanrı sıfatını ekledi. kuzeylilerin nezdinde 8 tanrının yanına talos da eklenerek 9 tanrı oldu. diğer tanrılara şirk koşuldu.
    ikincisi, imparatorluk talos'a ibadet etmeyi yasaklamadı. aldmeri hükümdarlığı ile yaptığı ak altın anlaşması'na göre yasaklaması gerekiyordu ancak anlaşmayı hiçe sayarak ulfric ve adamlarına talos'a ibadet için izin verdi. markarth ayısı kitabına bakmanızı öneririm. hatta hiç uğraşmayın, kitabı aynen buraya aktaracağım. böylece ulfric'in nasıl masum yaşlı insanları ve çocukları öldüren bir katil olduğunu da görebilirsiniz.

    - kuzeyliyim. ulfric'in yanında savaşmayayım da ne yapayım?
    + ulfric'in yeri geldiği zaman kuzeylileri bile nasıl acımadan kılıçtan geçirdiğini, aşağıya yazacağım markarth ayısı kitabından okuyabilirsiniz.

    - imparatorluk thalmor dostu, ulfric fırtınapelerin ise thalmor düşmanı!
    + işte en çok yanıldığınız tuzak mesele. bu görünür yüzü. asıl olay tam tersi. bunu da, markarth ayısı kitabının altına ekleyeceğim "thalmor dosyası: ulfric fırtınapelerin" isimli dosyadan, bizzat thalmor'ların ağzından okuyabilirsiniz.

    - imparatorluk'un skyrim'de ne işi var?
    + skyrim zaten imparatorluk toprakları ve sınırları içerisinde yer alıyor. bu tıpkı, hakkari'de oturan bir kürdün "türk polisinin burada ne işi var?" demesine benziyor.

    bu meseleleri açıklığa kavuşturduysak, bizim ejderdoğan olduğumuzu hatırlatarak devam etmek isterim. bilindiği üzere bütün imparator'lar ejderdoğan idi. bizim de son ejderdoğan olarak imparatorluk varisi olduğumuzu belirtmeme bilmem gerek var mı? dolayısı ile kendi mirasımızı ulfric'in saflarına geçerek mahvetmek istemeyiz.

    ve asıl mesele, ulfric'in yaşlı ve çocuk katili olması ve thalmor'ların adamı olması. önce markarth ayısı kitabını, sonra da thalmorların ulfric fırtınapelerin raporunu aktarıyorum. buyrun:

    ------------------
    - markarth ayısı -

    ulfric fırtınapelerin, yeminlilerin başlattığı ayaklanmanın bastırılmasındaki rolünden dolayı pek çok insan tarafından bir kahraman olarak kabul ediliyor. imparatorluk skyrim'i kaderine terk ettiği zaman enginyurt yerlileri isyan başlattılar (hiç şüphesiz kuzeylilerin kötü muamelesi yüzünden), ulfric fırtınapelerin ve onun milis güçleri 'kendi' topraklarını yeminlilerden geri almak için oradaydı. onca meydan okuma ve şairlerin yazdıkları kahramansı hikayeden ötürü ulfric'in kurnazlığıyla, liderliğiyle ve attığı adımlardaki kararlılığıyla tiber septim'e denk, iri yarı dev gibi bir adam olduğunu düşünebilirsiniz.

    ama gerçek çok daha farklı. evet, 4. çağ 174-176 yılları arasında yeminliler, skyrim'de yer alan bağımsız bir krallık olarak enginyurt üzerinde hakimiyet kurdular. evet, imparatorluk aldmeri hükümdarlığı güçleri tarafından kuşatılmış ve düzeni yeniden kurmak için birliklerine gönderemeyecek durumdayken bu bir başarıydı. ve evet, ulfric fırtınapelerin, isyanı imparatorluk desteği olmadan bastırdı. bu genel itibariyle doğru kabul edilebilir ama şairlerin hikayelerinde atladıkları bir nokta var.

    yeminliler krallığı, yönetimde oldukları 2 yıl boyunca oldukça huzurlu bir yerdi.

    kuzeyli toprak sakinlerine karşı bir takım suçlar işlenmiştir, doğrudur. (genelde yerli işçilere karşı kötü muamelede bulunmakla suçlananlara karşı) ama genel itibariyle yeminliler topraklarını gayet iyi yönettiler ve imparatorluk tarafından resmen tanınabilmek için görüşme tekliflerinde bulundular.

    büyük savaş'ın akabinde imparatorluk'un elinde ne kadar birikmiş mesele olduğunu tahmin edebilirsiniz. yeminlilerle yapılan barış görüşmeleri bir sonuca ulaşmadan önce ulfric fırtınapelerin komutasındaki milis güçleri yeminlilerin ana merkezi olan markarth'ı kuşattı. savaş alanında yaşananlar sadece savaştan ibaretti ama savaş sonrası yaşananlar savaş suçundan başka bir şey değildi.

    yeminlilerle birlikte çalışmış ne kadar resmî görevli varsa, teslim oldukları hâlde kılıçtan geçirildi. yerli kadınlara, şehirden kaçmış ya da enginyurt tepelerinde bulunan yeminli savaşçıların isimlerini vermeleri için işkenceler yapıldı. şehrin giriş kapısı kırıldığında ulfric ve onun adamlarının yanında savaşmamış herkes şehirde yaşayan yeminli ya da kuzeyli fark etmeksizin infaz edildi.

    "ya bizimlesin ya da skyrim'in düşmanısın."
    bütün dükkan sahiplerinin, çiftçilerin, yaşlıların ve onun yanında savaşmamış olan tüm çocukların öldürülmesini emrederken ulfric'in ağzından çıkan sözlerdi bunlar.

    durumdan memnun olan imparator, ulfric'in zaferini kabul edip enginyurt'ta düzeni yeniden kurmak için askerlerini gönderince imparatorluk lejyonu daha şehre girmeden talos'a özgürce ibadet etmeye izin verileceği öngörülüyordu. markarth sokaklarında yayılan kargaşa ve her geçen gün artan ölü sayısı haberleri imparator'a ulfric ve adamlarına diledikleri gibi ibadet etme izni vermekten başka bir çare bırakmadı.

    bizler talos'un sadece bir insan olduğunu ve bir tanrı olamayacağını savunan elf inancını benimseyen aldmeri hükümdarlığı'yla yapılan ak altın anlaşması'nı hiçe sayarak onların talos'a ibadet etmelerine izin verdik. imparatorluk'un çok sayıda insanın büyük savaş esnasında uğruna hayatlarını feda ettikleri anlaşmayı riske atması bir hataydı. ama soruyorum size başka ne seçenekleri vardı? markarth ayısı ulfric fırtınapelerin'e karşı "hayır" kelimesi bir cevap değildir.
    ------------------

    ------------------
    thalmor dosyası: ulfric fırtınapelerin

    durum: değerli, pasif, resmi elçi onaylı

    tanıtım:
    miğferyeli mevkibeyi, fırtınapelerin asilerinin lideri, eski imparatorluk birliği askeri

    geçmiş:
    ulfric ilk defa imparatorluk'a karşı açılmış birinci savaş sırasında, ak altın kulesi kuşatmasında esir alınınca dikkatimizi çekti. onu sorgularken muhtemel değerini öğrendik (miğferyeli mevkibeyi'nin oğlu olduğunu) ve onu sorgulayan kişiye değerli varlık olarak atandı. o kişi de şu anda resmi elçi elenwen'dır. onun vereceği bilgilerin imparatorluk şehri'ni ele geçirmek için çok önemli olduğuna inandırıldı (aslında o kırılana kadar şehir düşmüştü) ve sonrasında kaçmasına izin verildi. savaştan sonra bağlantı kuruldu ve değerli bir varlık olduğunu kanıtladı. markarth olayı, skyrim'deki stratejik amaçlarımız için kısmen önemli olsa da sonrasında ulfric direkt iletişime geçmekten kaçındı.

    operasyon notları:
    direkt olarak iletişim kurma şansımız var (olağanüstü durumlarda) ama değerli varlığın ölmüş olduğu varsayılmalıdır. iç savaş, sonucu henüz belirsiz biçimde devam ettiği müddetçe bir şey yapma şansımız yok. helgen'deki olay, nasıl bir istisna yapılması gerektiğine örnek teşkil ediyor - ulfric'in ölümü elbette imparatorluk'un kazanma ihtimalini büyük oranda artıracak ve bu da skyrim'deki konumumuza zarar verecek.
    (not: helgen'deki olaya ejderhanın tesadüf olarak karışması hâlâ inceleme aşamasındadır. varılan sonuç, ejderhaların arkasında olan kişinin savaşın ilerleyişiyle de ilgilenmesi ama bizim amaçlarımızı taşıdıklarını varsaymıyoruz.)
    fırtınapelerin zaferi de önlenmiş oldu fakat fırtınapelerinlere dolaylı yoldan yapılan yardımlar bile dikkatli yürütülmelidir.
    ------------------

    ---
    spoiler ---


    (eksi was here - 19 Temmuz 2014 02:10)

Yorum Kaynak Link : the elder scrolls v skyrim