Süre                : 1 Saat 52 dakika
Çıkış Tarihi     : 20 Mart 2013 Çarşamba, Yapım Yılı : 2013
Türü                : Drama
Taglar             : Manastır,Anne üstün,1700 ' lerde,Fransa,religious
Ülke                : Fransa,Almanya,Belçika
Yapımcı          :  Les Films du Worso , Belle Epoque Films , Versus Production
Yönetmen       : Guillaume Nicloux (IMDB)
Senarist          : Denis Diderot (IMDB),Guillaume Nicloux (IMDB),Jérôme Beaujour (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Pauline Etienne (IMDB), Isabelle Huppert (IMDB)(ekşi), Louise Bourgoin (IMDB)(ekşi), Martina Gedeck (IMDB)(ekşi), Françoise Lebrun (IMDB)(ekşi), Agathe Bonitzer (IMDB), Alice de Lencquesaing (IMDB), Gilles Cohen (IMDB)(ekşi), Marc Barbé (IMDB), François Négret (IMDB), Lou Castel (IMDB), Nicolas Jouhet (IMDB), Pascal Bongard (IMDB), Pierre Nisse (IMDB), Fabrizio Rongione (IMDB), Garance Clavel (IMDB), Jean-Yves Dupuis (IMDB), Héloïse Jadoul (IMDB), Gaéline Kalis (IMDB), Vincent C. Zettl (IMDB), Benoît Samarq (IMDB), Sandra Squillace (IMDB), Lisa Lacroix (IMDB), Stéphane Bissot (IMDB), Alexia Depicker (IMDB), Eloïse Dogustan (IMDB), Isabelle Defossé (IMDB), Muriel Bersy (IMDB), Noémie Dujardin (IMDB), Catherine Grosjean (IMDB), Daniel Hanssens (IMDB), Catherine Bary (IMDB), Raileen Bourguignon (IMDB), Herbert Elsner (IMDB), Horst Bartsch (IMDB), Chloé Von Arx (IMDB), Sandrine Ittig (IMDB), Marion Hoffman (IMDB), Patricia Steinam (IMDB), Marie van Rosomme (IMDB) >>devamı>>

La religieuse (~ La religiosa) ' Filminin Konusu :
La religieuse is a movie starring Pauline Etienne, Isabelle Huppert, and Louise Bourgoin. 1760s France. Suzanne is shocked when her bourgeois family sends her to a convent. There she faces oppression and torment, leading her to...


  • "diderot'un kiz karde$inin manastir gunlerinden esinlenerek yazdigi roman.."
  • "(bkz: #69334013)"




Facebook Yorumları
  • comment image

    jacques rivette'in 1966 tarihli, diderot'nun romanından uyarlanmış filmi. başrolünde anna karina oynuyor. rahibelerin ne iş yaptığı bir merak konusu. yani papazı, rahibi gidip pazar günü ve bayramlarda vaaz verir, ilahi söyler, halk günah çıkaracaksa onu dinler, ortada bir hizmet var. rahibe? hani kolonyalizm döneminde çocuklara din öğreten rahibeler vardı tamam da onun dışında? veya pedro almodovar'ın bir filminde penelope cruz'un oynadığı bir rahibe aids hastalarına yardım ediyordu. ona da tamam. ama o nisbeten yeni birşey sanırım. okuyup bakmak lazım.

    diderot'nun metninden uyarlanmış bu filmde, rahibelik, aristokrat kökenli ailelerin, artık geçindiremeyecekleri ve uygun bir çeyizle everemeyecekleri kızlarını, sokağa düşüp sürtük küçükorospu yosma olmasınlar diye zorla gönderdikleri bir kurum. kendi isteklerinin dışında yemin ettiriliyorlar, daha sonra bu yeminden dönmelerine de izin verilmiyor. anna karina da böyle bir karakteri canlandırıyor bu filmde. allah düşürmesin kerhaneden beter bir hapishane.

    kitabı bilemiyorum ama film, feminist ve bundan öte toplumsal eleştirisi açısından radikal. karina'nın düştüğü manastır yaşamı içersinde rahibeler arası iktidar mücadelesi, fassbinder filmlerini aratmayacak incelikte bir baskı ve zulüm tasvirine dönüşüyor. karina'ya zulmeden rahibeler, zulümlerinin arkasında yatan gayet kişisel motifleri, kıskançlıklarını, öfkelerini, gururlarını dinsel söylemlerin arkasına gizliyor, objektifleştiriyor, bir süre sonra kendi yalanlarına kendileri de inanmaya başlıyor.

    film boyu anna karina savaşma gücünü bir yitirip bir buluyor, ta ki özgürlük zannettiği şeye kavuşana kadar, ama filmin radikalizmi, ne manastır duvarlarının içinde ne de dışında böyle bir özgürlük olmadığını göstermesiyle ortaya çıkıyor. ama bunu anlamak, yani özgürlüğün olmadığını, sadece baskının, maskelerin, "oyunların" ve "kuralların" varolduğunu anlamak için bir kez o manastıra girip bunlarla direkt yüzleşmesi gerekiyor belki de.

    film mizanseni, ışığı, dekorasyonu, kamera çalışmasıyla sakin, sade, mütevazi. bu açıdan biraz bresson'u andırsa da, konuyu da hesap edersek rivette'in, carl dreyer'e, özellikle son dönem sesli filmlerine gayet bilinçli bir selam çaktığını söylemeli.


    (caponsever - 13 Ocak 2008 06:48)

  • comment image

    efenim malum fondü -yani orijinal, peynir fondüsünden bahsediyorum- böyle uzuuuun uzuuun, keyifle, yavaş yavaş yenen bir sefa pezevengi yemeğidir. yavaş yavaş yendiği için de caquelon'un altı daima açıktır, böylece peynir katılaşmaz, hep eriyik halde kalır ve patatesinizi, ekmeğinizi peynire batırıp götürürsünüz. lakin her ne kadar yavaş ateşte de kalsa illa ki o caquelon'un altı biraz tutar, o peynirin bir kısmı dibe yapışır. işte fondü bittikten sonra bu alta yapışmış peynir tabakasına la religieuse denir. la religieuse çıtır çıtır, epey lezzetli bişidir. ve yine frankofonların malumudur ki** la religieuse rahibe demektir. sanırım en altta kaldığı, el değmemiş, ateşli/yanık/sıcak ve çıtır çıtır olduğu için sapıkça böyle bir isim verilmiş. bekaret manyaklığı beynelmilel bir kavram olsa gerek.*


    (gabircik - 2 Şubat 2013 14:50)

  • comment image

    başrollerini pauline etienne ve ısabelle huppertin üstlendiği denis diderotnun kitabından uyarlanmış 2013 yapımı bir guillaume nicloux filmi.

    görselliği ve diyaloglarıyla sıkmadan izlettiren, heyecanlandıran, üzen, sevindiren. ajitasyon yapmadan da bir dramı anlatmanın mümkün olduğunu gösteren örnek filmlerden.

    filmin bu versiyonu (diğerlerini izlemedim kitabı da okumadım) bazen (hele eski zamanlarda) insanların seçme şansının olmadığını, o durumlarda kötülerin bile suçlu değil nevrotik olduğunu ama her zaman akışa karşı kürek çekmeye cesaret edecek yürekli insanların olduğunu anlatmaya çalışmış, çok da güzel olmuş.


    (olympe de gouges - 11 Eylül 2015 22:19)

  • comment image

    ailesi tarafından rahibeliğe zorlanan bir kızın manastır yaşamını anlatan, diderot tarafından yazılmış kitaptır. hikaye, kızın ağzından croisemare markisine yazılmış bir mektupçasına anlatılmış. 1760 yılına göre ilerici düşünceler barındırdığını, gelecekte üstünde durulacak kimi tema ve fikirlerin benzerlerine sahip olduğunu düşünüyorum. mesela ana karakter suzanne'ın, avukatı bay manouri eşliğinde bir hapishaneden diğerine sürüklenişi talihsiz serüvenler dizisi'nin işlenişine benzettim. kimi bölümleri freud bizzat kaleme almış gibi hissederken, kimi yerlerde en belirgin temsilcilerinden birinin 19. yüzyıl insanı dostoyevski'nin olacağı, suçun cezayı gerektirdiği temasını görüyoruz.

    karakter, hikayedeki olayları işlenmiş bir suçun/günahın getirisi olarak yaşar. yer yer kötü veya kötü olduğu farzedilen işlerde bulunduğunda ise, özellikle aprajon günlerinde, yine bir ceza arayışı belirir. veya rahibelikle ilgili çıkardığı ilk olay sonrası başından geçenleri hak etmiştir, yaşananları olağan karşılar. annesiyle ilgili gerçekleri öğrenince de kaderini kabullenmese bile, yaşamaya razı olur.

    bence karakter suçsuzdur, hiçbir günahı yoktur. bu durumda yok yere ceza çekmektedir, ve kitabı bu şekilde okuyunca da kızın suçunun ne olduğunu, bu anlamsızlıkları ne sebeple yaşadığını sorguluyoruz ki, bu da 19. yüzyılın sonlarında isim yapmaya başlayan kafka'nın işlediği bir tema. güzel, hoş ve etkileyici bir kitap bence, ama çok da harika - üst düzey bir şey beklememek gerek. ayrıca yazarın anlatımda kullandığı bazı tekniklerin o dönemde bulunmadığını düşünüyorum, ancak bulunuyorsa da bence diderot bunların güzel birer uygulamasını yapmış.

    --- spoiler ---

    henüz başlarda suzanne'ın istenmeyen gebelikten geldiğini öğreniyoruz. annesinin, kocası haricinde bir adamla yaşadığı bir ilişkiden dünyaya gelmiştir, ancak bu durum ailedeki bireylere açıkça söylenmemiştir. kardeşleri ahmak ve çirkinken, suzanne tatlı sesli, çok göze çarpıcı güzellikte bir kızdır. dolayısıyla suzanne sözde özde bir aile ferti gibiyken, aslında herkes onun daha farklı yapıda olduğunun farkındadır. istenmeyen gebeliğin sonucu olarak da, suzanne istemediği tarzda bir hayat yaşamaya mahkumdur ve genç yaşta manastıra gönderilir. hikayeyi okudukça annenin kendi günahını çıkartmak için böyle yaptığından şüpheleniyor, biraz daha ilerleyince de bundan emin oluyoruz. hatta suzanne'ın "annesi gibi bir günahın kefaretini başka günahla örtmeye çalışan diğer annelerin sayısını" sorgulamasıyla bu davranışın dönemin fransasında yaygın olduğu sonucuna varılabilir.

    bu durumu biraz da hepimizin "babası" adem'in çektiği günahlardan dolayı bizlerin sorumlu tutulmamız, vaftiz edilsek dahi tanrı'nın isteklerine göre yaşayarak temizlenmemiz gerektiği anlayışına benzettim. eh, haliyle suzanne da rahibe olmak zorundadır.

    hıristiyanlıktaki bu anlayış bana çok akılcı gelmemiştir. bence diderot'ya da gelmemiş olsa gerek. kitap boyunca defalarca suzanne'ın ne kadar başarılı bir rahibe olduğu, manastır yaşamından nefret etmesine rağmen rahibelik işlerini müthiş beceriklilikle yerine getirdiği vurgulanıyor. bu yüzden de manastırdaki rahibeler suzanne'a varoluştan sahip olduğu beceriyi hiç etmemesini, hayatına rahibelikle devam etmesini önerirler hep. tıpkı 2017 senesinde daha hala türkiye'de yapılan üniversite sınavlarında öğrencilerin "puanlarına yazık etmemeleri" için istemedikleri bölümlere ötelenmesi gibi, ama tabii diderot nereden bilsin 2017 türkiyesini, o sadece kendi ülkesini anlatıyor.

    işte suzanne'ın nefretine rağmen bu işleri beceriyle yürütmesi sebebiyle diderot'nun yukarıda bahsettiğim görüşe katılmadığını düşünüyorum. sonuçta, bizler, günahkar olduğumuz için tanrı'nın belirttiği standartları gerçekleştirmeliyiz, ayrıca yine günahkar olduğumuz için sürekli doğru yoldan çıkma ihtimalimiz var. oysa suzanne içtenlikle mükemmel seviyede icra ediyor bu işleri. eh, o halde günahkar olmasa gerek, yani annesinin yasak ilişkisinden dolayı kızını suçlamak doğru olmaz. longchamp'daki çok sevdiği başrahibesinin "en iyi rahibelerin manastıra büyük günahlarını bağışlatmak için geldiğini" söylemesi bu fikrimle çelişkili dursa da, suzanne'ın öyle çok günah çıkartan biri olmadığını, hatta günah çıkartmaya neredeyse hiç ihtiyaç duymadığını görüyoruz. bu durumda günahsız, yani suçsuz olmasına rağmen manastırdaki "en iyi rahibedir." mesela rahibeliğin bir numaralı kurallarından bekarete adanmışlığını içinden gelen dürtülerle korumaya çalışıyor, rahibe olduğu için değil. zaten onu rahatsız eden özgürce yaşayamaması, zorla gerçekleştirilen rahibelik ritüelleridir. mesela kuralların çok daha gevşek tutulduğu, dini görevlerin daha kısa sürdüğü arpajon'da uzun süre "rahibelikten nefret ediyorum, ölmek istiyorum!" tarzı düşüncelere rastlamıyoruz. ne zaman ki başrahibeyle arasına soğukluk giriyor, hem suzanne hem okuyucu, suzanne'ın rahibelikten ve dini yaşamdan nefret ettiğini dini ritüellerin sıklaşması üzerine yeniden anımsıyor.

    kitabın başlarında dini ritüellerin, sebebi bilinmeden gerçekleştirildiğini ve suzanne'ın vaftiz törenleri gibi bazı geleneklerden hiçbir şey anlamadığını görüyoruz ki, ben burada diderot'nun dinini bağnaz ve yobazca yaşayanlara eleştiride bulunduğunu düşünüyorum. bunun günümüzdeki ve ülkemizdeki yansıması ise kabarık borcu olan dar gelirli insanların kredi kartına bilmem kaç ay taksitle kurban kesmesi olur sanırım; kurban nedir, neden kesilir, kimler kurbanda bulunmalıdır, bunları bilmeden bu ritüeli yerine gerçekleştiriyoruz.

    tabii bu şekilci anlayışın yanı sıra hayallerinin elinden alınması ve başka hayat yaşama mecburiyetine de karşı. hem iç düşüncelerinde, hem de kimi zaman hareketlerinde buna başkaldırıda da bulunuyor; ancak fiziksel başkaldırısına genellikle büyük törenlerde veya törenler öncesinde fenalık geçirmesi ve baygınlaşması şeklinde tanık oluyoruz. aprajon'daki başrahibenin "doğal eğilimlere karşı konulduğunda, yaşanan baskının bu eğilimleri ölçüsüz ve şiddetli kılarak bir çeşit deliliğe" sebep olduğunu söylemesiyle, rahibeliğin ve manastır hayatının tümden, veya en azından suzanne için doğal bir yaşam olmadığı yönündeki fikrimiz kuvvetleniyor.

    hikayenin sonlarında bir aileye sığındığında, reddettiği rahibeliğin temel yaşam tarzını, "bir aileye hizmeti" ve fakirliğe adanmışlığı zaten kendisi diliyor. çünkü artık bu "yaşamı" zorunda olduğu için yaşamayacaktır. gerçek hayatta, özgürce seçme imkanı olunca da bu "yaşamın" kendisine bir garezi olmadığını, zorlanmaya karşı çıktığını daha iyi anlıyoruz. zaten mektubunun sonunda kendisini niçin kuyuya atmadığını söylerken, bir kez daha rahibelerin kendisini serbest bırakarak aslında intihara yönlendirip zorladıklarını vurguluyor. oysa suzanne'ın derdi yasağın/mecburiyetin ta kendisiyledir; kötü davranışta bulunacak olsa dahi bunu çevre koşullarından bağımsız ve hür iradesiyle gerçekleştirmek istemektedir.

    freud'u anımsatan yerlere gelmeden önce, freud'un insan zihnini böldüğü üçlemeyi hatırlamakta fayda var. kısaca, hayvani isteklerimizi doyumsuz id üstlenirken, kısıtlayıcı ve kural koyucu superego idi baskılamaya çalışır. bu ikisinin çatışmasından doğan denge, ego ise benliğimizi oluşturur. ayrıca, bu çatışma biraz da "doğal" kıvamdadır. yani idden gelen istekleri bastırmak için özel yollar denemeye gerek yok. bastırılıp, bilinçaltının derinliklerine itilip, doyumsuzluk yaşayan duygular ise günün birinde mahşerin dört atlısı modunda yüzeye çıkacaktır.

    buna benzer gördüğüm ilk durum longchamp'daki manyak başrahibeydi. sonuçta rahibe olduğu için o da suzanne'la tanık olduğumuz aşamalardan geçti. ayrıca yer yer bu kadının kötü biri olduğu mesajı da verilmiş. bu yüzden kadının rahibe hayatı boyunca bastırdığı duyguların ve olası kötülüklerin suzanne'a işkence olarak yansıdığını düşündüm. ayrıca suzanne'ın sorgulayıcılığını, azmini, becerisini, ve hür iradesini kullanmada diretmesini kıskanmış, bunun acısını çıkarma isteği duymuş da olabilir. bu biraz da türkiye'de gördüğümüz haliyle "ben acı çekiyorsam, kötü haldeysem başkaları da öyle olmalı," mantığıyla başka insanları tutup aşağı çekme hevesine benziyor.

    ikinci gözlemim ise aprajon'daki başrahibe oldu. henüz kendisiyle ilk karşılaşmamızda biraz hafif meşreplik, biraz da genç kızlara karşı ilgi seziyoruz zaten. büyük ihtimalle bu da bastırılmış duyguların yansıması. ayrıca bir gün öyle, bir gün böyle davranması, rahibelerin odalarındaki içki şişelerini attıktan sonra üzülüp yeni şişeler hediye etmesi gibi dengesiz davranışlarının da bundan kaynaklandığını düşünüyorum. suzanne'la ilişkileri azaldığı zaman yeniden dengesiz hareketlere başlıyor mesela. peder lemoine'ın kendisi hakkındaki düşüncelerine bakarsak, başrahibenin bulabildiği papazlarla da sevişmeye çalışan, 7/24 seks düşünen biri olduğu çıkarımında bulunmak mümkün.

    benim yine freud'un söyleyeceği tarzda bulduğum bir diğer mesele ise azgın başrahibenin suzanne'ın kilise nefreti yorumlaması oldu. ona göre, suzanne'ın manastır nefreti, ailesine karşı duyduğu kinden ileri geliyor olabilir. tam bir psikanaliz yorumu bence. ayrıca freud'un kısıtlayıcı/kural koyucu gözüyle baktığı superego gerçek hayatta genelde baba figürüyle eşdeğer tutuluyor, ve bu kısıtlayıcılıktan dolayı, yanılmıyorsam özellikle erkek çocuklarda, babaya karşı biraz öfke sahibi olmamız gerekiyor. kilisenin başta hür irade olmak üzere her konuda ne kadar kısıtlayıcı olduğunu ve suzanne'ı sürekli bir şeylere zorladığını düşünürsek, kitaptaki baba/superego rolünün manastıra atfedildiğini düşünebiliriz. hatta ben bu durumu bir adım daha ileri götürerek ve elektra kompleksini de göz önünde bulundurarak, manastırın fiziksel tezahürünün başrahibe olduğunu ve suzanne'ın ona aşık olduğunu düşünüyorum. madame de moni daha çok anne, onun ardından gelen başrahibe ise işkenceci rolündeyken, aprajon'daki başrahibe bu aşka sahip olabilecek niteliklere daha çok sahip. suzanne'ın saygı duyduğu, endişelendiği, emir aldığı, biraz çekindiği ama çekinse dahi çok sevdiği biri. hele ki hastalandığı zaman suzanne'ın öğleden sonra onun yanına gittiğinde verdiği bir betimleme var ki, suzanne'ın aşık olduğu ve aşkının farkında olmadığı düşüncemi fazlasıyla kuvvetlendiriyor.

    tabii freud bu kitaptan yaklaşık yüz yıl sonra dünyaya geldi. beni etkileyen de diderot'nun bu tarz teorilerden haberdar olmamasına rağmen, sadece gözlemlerine ve duyduklarına dayanarak böyle bir hikaye yazabilmiş olması. yazımın başında ilerici düşünce derken, gelecekte ortaya atılcak, ileride geçerlilik kazanacak düşünceler gibi bir anlam kastetmiştim. mesela teknik olarak da therese ile suzanne'ın yaşantılarını buna benzer bir ilericilikte buldum. o dönemde edebiyatta böyle bir şey var mı bilmiyorum ama, karakterlerin birini ötekinin yansıması olarak gördüm. şöyle ki, longchamp'da de moni zamanında suzanne gözde, manastırdakiler tarafından çok sevilen biriyken, yeni başrahibenin gelişiyle beraber gözden düşüyor, hatta işkencelere maruz kalıyor. işte longchamp'daki suzanne'ın aprajon'daki yansıması olarak gördüm therese'i. o da suzanne gelmeden önce oranın gözdesi ve herkes tarafından sevilen bir üyesiyken, değişiklikten sonra gözden düşüyor, pabucu dama atılıyor, ve fiziksel olmasa da psikolojik anlamda işkenceler çekiyor. sadece kendi zihninde yarattığı acıyı düşünmeyin ama, başrahibenin davranışlarıyla da biraz psikolojik işkence, biraz da mobbing uyguladığını sezinlemek mümkün.

    o dönemde var olup olmadığını bilmediğim bir başka teknik ise cinsel eylemlerin aktarılışı oldu. diderot, suzanne'ın cinsellikten hiç haberi olmamasını, bu konudaki bilgisizliğini, yaşarken böyle bir şey yaşadığını bile anlamamasını seçtiği sözcükler vasıtasıyla çok güzel aktarmış. mesela ilk yakınlaşmalarında, suzanne, sürekli okşanıp öpülmekten ikisinin de bir şey anlamadığını, hatta bundan rahatsızlık dahi duyduğunu söylüyor. biraz daha cinsel temas barındıran ilk yakınlaşmalarında ise suzanne ağzından öpüldüğünü, başrahibenin ölü gibi derin nefes verdiğini, acı çektiğini düşündüğünü söylüyor. ilerleyen günlerini aynı saflıkta geçirmeye devam ediyor. başrahibenin gecesini therese'in odasında "tek bir gecelikle ve yarı çıplak" geçirmesine acıdığını görüyoruz mesela. hatta cinsel temaslarda başrahibenin hastalık nöbeti geçirdiğini zannediyor, bu hastalığın bulaşıcı olmasından bile korkuyor. tüm bunlarda etkilendiğim nokta, vaziyetin, karakterin kullandığı sözcükler ile farklı boyuta taşınıyor oluşu.

    ---
    spoiler ---

    sonuç olarak, enteresan, hoş bir kitap olmuş. diderot'yu çok takdir ettim. longchamp'daki bazı sahneler çok rahatsız ediciyken, aprajon'daki bazı sahneler düşünme eylemini beynimle yapmamı engelleyecek nitelikte oldu; dolayısıyla yazarın anlatım becerisi hoşuma gitti. karakterlerin derinliği, karakter gelişimi, kurguda yer yer karşılaşılan garipsizlikler/mantıksızlıklar gibi olumsuz eleştiri alacak noktalar da var, ama bu noktada bir kez daha kitabın 1760 yılında yazıldığını hatırlamakta fayda var.


    (de mope - 1 Kasım 2017 22:42)

  • comment image

    diderot'nun dilimize rahibe olarak çevrilen romanı. manastır yaşantısının karanlık yanlarını ve dindeki yozlaşmayı anlatan, dili, üslubu güzel bir kitap. aslında kitabın esin kaynağı diderot ve grimm'in başka bir arkadaşlarına oyun oynamak için yazdıkları mektuplardır. bu mektuplarda rahibelik yeminini fesetmeye çalışan ancak başarılı olamayan genç bir rahibenin, yazarın arkadaşı marki de croismare'den yardım istemesi hikayesi uydurulmuştur. sonradan croismare'e gerçekler açıklanmış ve iddiaya göre o da hiç sinirlenmemiş. oysa mektuplardan genç kıza yardım için çabaladığı açıkça görülüyor. ilginç bir espri anlayışı. ama kitap gerçekten güzel.


    (skadi - 24 Temmuz 2006 02:49)

Yorum Kaynak Link : la religieuse