Süre                : 1 Saat 59 dakika
Çıkış Tarihi     : 15 Ocak 2009 Perşembe, Yapım Yılı : 2009
Türü                : Drama,Romantik
Ülke                : ABD,İngiltere
Yapımcı          :  DreamWorks , BBC Films , Evamere Entertainment
Yönetmen       : Sam Mendes (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Justin Haythe (IMDB)(ekşi),Richard Yates (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Kate Winslet (IMDB)(ekşi), Leonardo DiCaprio (IMDB)(ekşi), Christopher Fitzgerald (IMDB)(ekşi), Jonathan Roumie (IMDB), Neal Bledsoe (IMDB)(ekşi), Marin Ireland (IMDB)(ekşi), Samantha Soule (IMDB), Heidi Armbruster (IMDB), Sam Rosen (IMDB), Maria Rusolo (IMDB), Gena Oppenheim (IMDB), Kathryn Dunn (IMDB), Joe Komara (IMDB), Allison Twyford (IMDB), David Harbour (IMDB), John Ottavino (IMDB), Adam Mucci (IMDB), Jo Twiss (IMDB), Frank Girardeau (IMDB), Catherine Curtin (IMDB), Kathy Bates (IMDB), Richard Easton (IMDB), Kathryn Hahn (IMDB), Zoe Kazan (IMDB), Dan Da Silva (IMDB), Dylan Baker (IMDB), Keith Reddin (IMDB), Ryan Simpkins (IMDB), Ty Simpkins (IMDB), Max Casella (IMDB), Max Baker (IMDB), Jon Sampson (IMDB), Peter Barton (IMDB), Kevin Barton (IMDB), Evan Covey (IMDB), Dylan Clark Marshall (IMDB), Jay O. Sanders (IMDB), Michael Shannon (IMDB), Chandler Vinton (IMDB), Bethann Schebece (IMDB) >>devamı>>

Revolutionary Road (~ Hayallerin pesinde) ' Filminin Konusu :
Filmde, 1950’li yılların ortasında iki çocuklarıyla mutlu gözüken bir hayat yaşayan, ama konforlu bir yaşam elde edebilmek için göğüslenen baskılarla kendi gerçek arzuları arasında sıkışıp kalan, bir çiftin öyküsü anlatılıyor.


İlişki / 13
  • "bu bir sam mendes filmi değil. bu iki saatlik bi virginia woolf romanı. dolayısıyla çok güzel."
  • "anlayabilenin ağzına sıçan filmdir. anlayamamayı tercih ederdim."
  • "daracık bir alanda kanat çırpıp havalanmak isteyen, fakat bulunduğu yerin darlığından kanatlarını açamayan ve böylece uçamayan kuşların hikayesi."




Facebook Yorumları
  • comment image

    izlemeden önce şöyle bir derin nefes alınıp öyle izlenmesi gereken bir film. türü psikolojik dram desek yeridir. zor bir film.

    çok değil, ara ara spoiler içerebilir, atlayarak okuyun.*

    oyunculuk kesinlikle ön planda, özellikle leonardo dicaprio ve kate winslet'ın uzun süren bir tartışma sahnesi var ki, ayakta alkışlanacak cinsten. oscar'ı kazandıracak gibi görünüyor en sonunda ikisine de. 1950'lerin havası filmin kasvetini daha bir artırmış desek yeridir; elvis'in crying in the chapel'ı film devam ederken insanın zihninde çalmaya devam ediyor sanki. bir dikkat çeken özellik de 1950'ler ve sigara furyası, sönmek bilmeyen bir sigara geçiti izliyoruz filmde.

    sam mendes, kişilerin yaşadığı bunalımların tavırlarındaki yansımalarıyla yakın çekim ilgilenmiş. amerikan aile yapısının savaş sonrası bunalımdan dolaylı da olsa etkilenmesi falan gibi bir durum ancak kassan söz konusu olabilir. revolutionary road, bir devrim hikayesi belki ama bu dönüşüm (devrim) ilk akla geldiği manada değil, elindeki seçenekleri değerlendirmek için çaba sarfeden ve revolutionary yoluna çıkan bir evde hayatlarını devam ettirmeye çalışan bir ailenin devinim hikayesi aslında. o yüzden v for vandetta türünde bir film sakın beklemeyin, isme kanmayın. yazık olur size. ha bir de kathy bates'i es geçmemek lazım. küçük ama önemli bir rolde kendisi. tatlı sempatik hali belki de ilk kez rahatsız edici bir hal almış filmde.

    spoiler tehlikesi bitti.

    biraz american beauty, biraz in the bedroom, azıcık unfaithful kokan ama hiçbiriyle karıştırılmaması gereken bir film zira son dönem amerikan sineması için önemli bir film olmuş kanımca. öyle çerez filmlerden değil, oturulup üzerine düşünülmesi gerekenlerden...


    (newyorkais - 29 Aralık 2008 17:29)

  • comment image

    yıllar önce, titanik faciasında başrol oynayan ikilinin, yıllar sonra oyunculukta katettikleri yol için bile izlenmesi gereken, 4 dalda altın küre adayı film.

    --- spoiler ---

    filmin senaryosu oldukça sıradan. son zamanlarda görmeye alıştığımız, izleyiciyi zorlayacak bir senaryo değil. fakat bu kadar sıradan bir senaryoda kate winslet ve leonardo di caprio o kadar iyiler ki, sahnelerdeki duyguları ve gerilimi siz de hissediyorsunuz. özellikle tartışma sahneleri çok başarılı.

    filmdeki karakterlerin neredeyse hepsi, bir şekilde istemedikleri hayatlar yaşıyorlar. ya bunu farkedemeyecek kadar sıradanlar, ya bunu farketmelerine rağmen bir şey yapmayacak kadar korkaklar, ya da wheeler çifti gibi bir şekilde engelleniyorlar. özellikle en son sahnede, kathy bates'in kocasının, karısının dırdırını duymamak için işitme cihazını kapatması çok vurucuydu.

    yakın zamanda evlenmeyi düşünüyorsanız, bu filme gitmenizi tavsiye etmem.

    ---
    spoiler ---


    (padawannabe - 29 Aralık 2008 22:57)

  • comment image

    filmde kate'in telefonda ağlamak isteyip de ağlayamadığı, kelimelerin boğazına düğümlendiği sahne oyunculuk açısından örnek olarak gösterilmeli bence. genel olarak beğenmesem de filmi, oyunculuk adına çok spot sahneler var '' oyunculuk budur '' dediğiniz. hatta haddimi aşarak bir çocukluk edip kate'in o hareketini taklit etmeye çalıştım, olmuyor lan valla olmuyor. öyle bir duygusal pozisyona gelsem bile gerçek hayatta yapamam lan ben o duruşu. helal olsun ne diyem. ödül de aldı zaten yakışır. facebook'ta fanı da oldum.


    (m4rilyn - 12 Ocak 2009 04:35)

  • comment image

    bu filmle gördük ki sam mendes kötü film çekemiyor. kendisi, amerikan rüyası diye etiketlenen yaşama minvalinin toplumsal diktesinin nasıl bir epidemiğe dönüştüğünün hikayesi olan filmine üst düzey bir oyunuluğu ve sinematografiyi enstruman ediyor; çalıyor da çalıyor ama öbür kulaktan çıkmak üzere söyledikleri kulağa pek hoş gelmiyor, eğlendirmiyor.

    --- spoiler ---

    belki amerikan rüyası denince bize farklıymış gibi görünen bu toplumsal sorunun aslında ne kadar evrensel olduğunu göstermesi açısından film, ilk artısını hanesine yazdırıyor. hikayede anlatılanın salt amerikan rüyası olduğunu iddia edemeyeceğimiz gibi bazılarımızın kendini zaman zaman deli karakterin yerinde olmak istediği en son varlık olan anne karnındaki o çocuk yerine koyma ihtimalinin gerçekliğini çoğunuz kabul edecektir diye tahmin ediyorum. bu bağlamda filmin sonunda işaret ettiği döngü çok da farklı olmadığımız yaşayışın müşahhas bir örneğidir.

    aslında bu misalden bahsederken varmak istediğim ve filmin de işaret ettiğine inandığım nokta; evlilik kavramının arızaları, bunun tüketim toplumunda yeri, imaj ve ekonomik kaygılarla insanları nasıl insan olmaktan çıkarıp ikiyüzlü, harcama ve para kazanma saikli varlıklara dönüştürdüğü. di caprio'nun karısını neden yokken aldatmasının ertesinde eve gelişindeki yüz ifadesini hatırlayın. meseleyi açıp kadın erkek taraflarına bakarsak madalyonun 'öteki' yüzü kesinlikle bir kez daha kadın oluyor. film kronolojisinde april kocasını ondan sonra aldatıyor (burada aldattığı komşu karakteri özenilen dünyaya duyulan özlemin ve geride kalanların bitkiselliğinin mükemmel bir metaforu; o yüzden de ağzından çıkan seni seviyorum'u kimse duymak istemiyor), kaçıp kurtulmak isteyen yine kendisi ama işte bahsettiğim o deformasyon sonucu ikiyüzlü bir şekilde çocuğu doğurmaya karar veren de o. aslında bu toplum dışına çıkma, april'in deyimiyle yaşamaya geri dönme çabasında kadının çalışıp erkeğin evde olacak olması da ayrıca manidar. kaldı ki sonlara doğru yaşanan 'sevme yeteneğini kaybetmiş delinin' her şeyi tüm çıplaklığıyla söylediği sahnelerde yönetmen kamerasını april'ın yüzünden ayırmıyor bir süre, vurguluyor. aslında lafı deformasyonun tek yönlü olmadığını bunun evlilikte, her şeyin olduğu gibi, paylaşıldığına getiriyor. evliliğin toplumsal dayatmasına yönelik (bkz: ultimo tango a parigi)'deki the girl karakterinin evlenmek istediği brando'dan önceki erkek arkadaşının tavırları.

    bu noktadan sonrasıysa daha da trajik. edilen büyük kavganın ardından yaşanan o sahte huzurun her anına sinmiş olduğu sabah ortaya konan idealize dünya aslında eyes wide shut'ın sonunda nicole kidman'ın eve gidip yapmamız gereken bir şey var diyip sevişme istediğini dile getirme durumuna denk düşüyor. herkesin rolünün belli olduğu (erkek çalışıyor ve yeni tasarılarından bahsediyor, kadınsa bulaşık yıkıyor, yemek yapıyor) bir toplum, ki o toplumun diğer tarafında bunlarla yüzleşme cesareti bulamayan komşu ve emlakçının hali ise daha da vahim. hepsinden öte sonunda dinleme cihazının sesini kısan amcaysa bize daha bir tanıdık.

    bunlardan kendimizi ne kadar farklılaştırabiliyoruz bilmiyorum ama amerikan rüyasının sadece 'banliyo' filmlerinde eleştirilen bir şey olduğunu zannedenlerin de azımsanmayacak derecede olduğunu düşünüyorum. filmi de evlenmeyi düşünenlere akşam sabah yemekten önce günde iki kere tavsiye ediyorum. gerçi neye yarar bilmiyorum çünkü hepimiz adının devrim olup, devrimin olmadığı yerlerde yaşıyoruz.

    ---
    spoiler ---


    (shocktheworld - 15 Ocak 2009 15:11)

  • comment image

    leonardo dicaprio, kate winslet ve kathy bates üçlüsünü 12 yıl sonra yeniden bir araya getiren; insana yaşlanıyoruz be dedirten film.

    özellikle kate winslet ile kathy bates'in karşılıklı sahnelerinde gözlerim filikaları aramadı değil.


    (serif ozani - 18 Ocak 2009 18:13)

  • comment image

    banliyö hayatında sıkışıp kalmış mutsuz bir ev hanımı ve hayalindeki mesleği bulamamış beyaz yakalı şirket çalışanı kocasının başka bir ülkeye taşınıp yeni bir hayat kurarak mutlu olma arzuları etrafında evliliklerdeki mutluluğu sorgulayan sam mendes filmi.

    --- spoiler ---

    frank (di caprio) önemsiz bir iş yaptığını ve çalıştığı firmada işe yaramadığını düşündüğü için mesleğinden memnun değildir. firmada işe yarar bir pozisyona yükselince mesleği ile barışık hale gelir ve paris'e taşınmaktan vazgeçer. ancak bu april (winslet) için geçerli değildir; paris'e taşınma rüyası son bulunca kimse için bir sevgisi kalmaz fakat sonunda mutsuz bir hayat sürmeyi kabullenir. ancak nefret ettiği yaşantısına yeni bir çocuk dünyaya getirmek istemez, amacı mutlu olmak değil mutluluk taklidi yapmaktır ve bu yüzden kürtaj yolunu seçer. finalde ise wheelerlar'ın sokağındaki diğer ailelerin mutsuz evliliklerini laf olsun diye idame ettirdiklerini görüyoruz. kate winslet'i seven ve halen daha anısıyla yaşadığını gördüğümüz adam karısına sevgi taklidi yapmaya devam ediyor ve yaşlı adam karısının dırdırını ses cihazını kısarak önlemeyi seçiyor. filmdeki herkesin 15 saniyede boşalması da kadınların mutsuzluğunun ayrı bir izahı olarak tezahür etmiş. filmin ismi de sahte evliliklerini devam ettiren mutsuz ailelerin yaşadığı sokağın isminden geliyor. bir aile en azından mutsuzluğundan deneyerek sıyrılmaya çalışırken, diğerleri mutsuz bir şekilde yaşamaya mahküm oluyor. devrim niteliğindeki bu girişim ise sokağın ve filmin ismi olarak güzel bir metafor olmuş.

    ---
    spoiler ---

    bu film bir yüreğinin götürdüğü yere git, bir anna karenina veya bir kaçıp uzaklaşma filmi değil. bir çiftin hayata tutunarak yaşadığını hissetme ve mutlu olma arzusunu anlatıyor. kitabını nasıl duymadım ve okumadım bilmiyorum, ama film bir romanın üst düzeyde yaratabileceği etkiyi pelikülden hissettirme başarısına sahip. bu yönüyle kitabın modern bir klasik olduğunu filmin bana söyletebilme gücü var. kitabın bu kadar çok eser verilmiş bir alana girmesine rağmen kendisine böyle bir kulvar açabilmesi ise romanda devrim niteliği taşımış, bu da kitabın ismiyle ayrı bir uyum sağlamış ve sam mendes de bu kaynaktan sonuna kadar faydalanmış. ayrıca konunun amerikan rüyası ile hiçbir alakası olmadığını belirtelim. kate winslet'in "bana dokunma bağırırım" tehtidinin ardından çığlık atması ve onu takip eden histerik gülüşü bile en iyi kadın oyuncu oscar'ını almasına yetmelidir. ben gönlümün 2009 en iyi film oscar'ını çoktan teslim ettim.


    (hiko seijuro - 19 Ocak 2009 21:09)

  • comment image

    ben yaptim, uzaklara gidince insanin can sikintisi hayatin manasizligi gecmiyor. hayat degismiyor, birsey yaratmadan gecen hayat da bi moka benzemiyor. frank bosuna sormadi, 'ben neyim ki, ne yetenegim var?', bosuna karisinin cevabini bekleme soruya cevap degil.


    (troubadour - 1 Şubat 2009 16:14)

  • comment image

    umut ve beklentiler üzerine bir film. spoiler dead poets society için de geçerlidir...

    --- spoiler ---

    karı-koca nın büyük kavgalarından sonraki sabah kate winslet'in tavır ve davranışları bana hayvani bir şekilde ölü ozanlar derneğinde tiyatrocu çocuğun intihar öncesindeki davranışlarını hatırlattı. bir tanesi kocasının istediği ideal bir eşmiş gibi görünüyor, diğeri babasının kendisi için yaptığı tüm gelecek planlarına ok diyerek ideal evlat kılığına giriyor. çünkü her ikisi de artık umutlarının ve çarelerinin kalmadığını biliyor. direnmek anlamsız artık diye düşünüyorlar.

    ---
    spoiler ---


    (seffaf bi hal almis sener sen - 2 Şubat 2009 12:31)

  • comment image

    --- spoiler ---

    filmi izlerken ister istemez şöyle düşündüm. titanic'deki genç çifti ölüm ayırmasaydı, sonları na işte böyle olacaktı. buyrun size amerikan rüyası. buyrun size evlilik kurumu. oyunculuklar üst seviyede olduğu gibi konu da pek güzel irdelenmiş. dikkat edilirse, en mutlu ve birbirlerine yakın oldukları mutfak sahnesinde, frank ve april'in sevişmesi 1 dakika bile sürmüyor. frank eşine zibilyon kere de "seni seviyorum" dese, para etmez. seviyorsan yatakta da sevecek, tatmin edeceksin. sevdiğini sanıyorsun ama kadını sömürüyorsun. aynı şekilde komşuları shep de april'ı "seviyor" ve bunu ona da söylüyor. ama kendisi 1 dakika bile dayanamadan boşalıyor. sonuç: april hayattan tatminsiz. cinsellik hayatın önemli bir parçası ve april cinsellikte tatminsiz. tatmin edeni yok. bu yüzden belki de esas faktörün bilincinde olmadan paris'e gitmek istiyor. orada her açıdan tatmin olabileceğini sanıyor. "dimdik bir eyfel kulesinin", seks düşkünü fransızların olduğu paris boşa seçilmemiş. sembolik bir manası var.

    son sahne harikulade. yaşlı adam işitme cihazının sesini kapatıyor. duymamayı tercih ediyor. evlilik boyunca duymayı tercih etse, frank'in durumuna düşebilirdi. evet bugün evlilik kurumu konformizm ve escapism üzerine kurulu. illa yaşanacaksa, hakkıyla yaşamak için delilik isteyen bir delilik.

    ---
    spoiler ---


    (axellennox - 4 Şubat 2009 02:08)

  • comment image

    yönetmen sam mendes, karakterleri ve belki de kaderleri hakkında, hikayenin başında kate winslet'in oynadığı tiyatro oyunu üzerinden tüm filmi özetlemiştir.

    --- spoiler ---
    tiyatro oyununa gelmeden önce şunu belirteyim ki, leonardo dicaprio, daha ilk cümlelerinde ilişkinin geleceği üzerine öngörüde bulunmamızı sağlıyor. tanışma sahnesinde:

    kw: nelerle ilgilenirsin?
    ldc: bu soruyu cevaplarsam yarım saat içinde ikimiz de sıkıntıdan ölmüş oluruz.

    tiyatro oyununa dönecek olursak... oyun sonrasında bir seyircinin yaptığı şu yorum çok önemli:

    - tanrıya şükür en sonunda bitti. bu uzun oyunu boşu boşuna izlemek ızdırap vericiydi. şu kadın da (kate winslet) tam bir hayalkırıklığıydı.

    bu yorum, aslında kendisini amerikan rüyasına kaptırarak, bir sahneymiş gibi wheeler çiftinin hayatını özenerek izleyen tüm komşu, arkadaş ve iş çevresinin ortak yorumu olacak filmin sonunda. çünkü kötü bitecek wheeler çiftinin hikayesi. "seyirci", amarikan rüyası ezberini bozan kate winslet'tan nefret edecek.

    tekrar tiyatro oyunu. sahnenin ve diğer oyuncuların kötü olmasından dolayı, kate winslet mutsuz. leonardo dicaprio da, tüm film boyunca yapacağı gibi, onu teselli etmeye çalışıyor oyun sonrasında:

    ldc: sanırım işler pek de umduğun gibi gitmedi, ha?
    kw: (sinirli) evet.
    ldc: ciddiyim, oyunu doğru düzgün oynayan tek kişi sendin.
    kw: (sinirli) teşekkürler.
    lcd: sanırım sana daha fazla rol vermeliydik.
    .
    .
    ldc: (winslet'in kendisini dinlememesine sinirlenerek) oyunun bu kadar kötü olması benim suçum değil!

    bunlar aslında tüm filmin özeti. iç burkucu. modern insanın yüzüne tutulan bir ayna. ve bu ayna ile, kaçıp gidemeseler de, barışık olan üç kişi daha var filmde. matematik dehası ve aynı zamanda akıl hastası olan john givings, ağır işiten ve gerektiğinde işitme cihazının sesini kısarak hayata ve evliliğe tahammül edebilen howard givings ve son olarak her sıkıldığında arka bahçenin sessizliğine kaçan shep campbell. kate winslet da film boyunca defalarca sessizliğe ihtiyacı olduğunu belirtiyor. campbell ile seviştiği sahnenin sonunda da belirttiği gibi: "sessizce oturalım, sonra sen beni eve bırakırsın"
    ---
    spoiler ---

    sinemada ya da orjinal dvd'sini alarak izlenecek filmlerden. sıkıştırılmış görüntü ve ses ile bu filmi ıskalamayın. son olarak, izlediğim en zekice finallerden birine sahip bu film.


    (si murg - 13 Şubat 2009 01:46)

  • comment image

    artık iyiden iyiye aşina olduğumuz x üzerine bir film kalıbına sokup bir giriş yapmak zorunda olsaydım x'in hakkını vermek için pek çok sıfat eklemek zorunda kalırdım revolutionary road’un başına. cesaret üzerine, evlilik üzerine, hayaller üzerine, patriyarki üzerine, ümit üzerine, sistemin kendini varetme metotları üzerine, çok şey üzerine bir film revolutionary road. wheeler’ların dramını üzerinden sam mendes'in söyledikleri; resmin kabaca yorumunda ilk göze çarpan amerikan rüyası betimlemesinden çok, daha genel, daha fazla ilişkilere ve sistemin varetttiği, giderek dikte edip nihayetinde normalleştirdiği varolma şekillerine dair.

    mendes'in american beauty ile beraber değerlendirildiğinde resmettikleri zaman dilimi arasında onlarca sene olmasına rağmen birbirlerine pek çok açıdan referans verilebilecek şekilde okunması mümkün kılınmış, birbirlerini tümleyen ve zaman çizgisi üzerinden ileri ve geriye attığımız adımların bizi bu mesele özelinden çok da uzak yerlere taşımadığını gösteren bir filme imza attığını görüyoruz.

    eğer el attığı meseleler için bir öncelik sırlaması yapacak olursak mendes'in evlilik kurumundan ziyade cesaret ve hayaller üzerine bir işe soyunduğu, bunu da patriyarki’nin zaman mekan tanımadan dünyanın dört bir köşesinde başka başka formlarda karşımıza çıkan halleri ve bunun üzerinden kadına biçilen rollerin vardığı nokta ile birbirine yedirerek anlatmak derdinde olduğunu ve bunu da başardığını söyleyebiliriz. eğer sadece evlilik kurumu ve onun can sıkıcı pratikleri ile ilgili bir derdi olsaydı revolutionary road’un çok daha yavan bir hale bürünürdü kuşkusuz. evlilikler neden sıklıkla hiç de önceden kestirilemeyen bir karmaşaya ve içinden çıkılması imkansız bir anlaşmazlık batağına dönüşür sorusunun cevabını vermek için meseleyi derinleştirmez, modernizmin o sığ argümanlarına sırtınızı yaslayarak ezberden konuşmaya başlarsanız alacağınız netice her köşe başında onlarcasına rastladığımız bir yavanlığa denk olur. sam mendes ise o paketlenmiş paradigmayı alıp kolaycılık yaparak boş konuşmak yerine ilişkilerin aksayan doğasının en dibine kadar inerek bir sebep-sonuç ilişkisi kuruyor. mendes’in sıkıntısı kurumlardan ziyade insanlar. hayallerini sadece yaşadıkları tekdüze hayatın içinde yine o tekdüze hayatı katlanabilir kılmak için bir araç olarak kullanan, onu somutlaştırmaktan korkan, zaten sıklıkla öyle de bir niyet içerisinde olmayan insanlar. sistemin sürekli kendini tekrar eden pratikleri arasında, para ve mevki aralığında sıkışmış ama bir gün bu çarkı kıracağına inanan insan, o kırılma noktasına ulaşmak için kendine sürekli zahiri bir hedef belirleyerek yaşamını çekilir ve anlamlı kılmaya çalışıyor. evlenerek, çocuk yaparak, kariyer yaparak sürekli bir anlam atfetmeye, türlü meşgalelerle içini doldurmaya çalıştığı hayatını, sistemin kendi tayin ettiği sınırların dışına çıkanlara salladığı parmak sebebiyle hep tedirgin bir edilgenlikle “bir gün mutlaka”lar içerisinde tüketip gidiyor. wheeler’ların komşuları örneğinde olduğu gibi hayallerini somutlaştırmak için daha henüz fikri anlamda bir adım atanları dahi önceden yollarını kesip, tekrar aynı sıkıcı, aynı kendini tekrardan mürekkep hayatlarına geri döndürmek için uğraşanlar da var. kendi yapamadıklarını, hayalini dahi kurmaktan korktuklarını, kurulu düzenlerini kaybetme, başarısız olma korkuları yüzünden başkaları da yapmasın ve beraberce kendilerini kandırmaya devam etsinler isteyen komşular, akrabalar, arkadaşlar.

    frank için paris sabah aynı trenden inip, aynı merdivenlerden çıkarak, aynı tip kıyafetlere bürünmüş onlarca benzerinden sıyrılmak için önüne koyduğu bir hedef. paris’e sığınıyor. paris frank’in o sıkıcı hayatını uzaklarda bir yerlerdeki varlığı ile yaşanabilir kılarken bu ufak dünyalarında ufak başarıları ile ufacık dünyalar bina etmiş insanları tekrar sisteme dahil etmek için kullanılan sentetik bir enstürman olup çıkıyor. çünkü paris asla somutlaşamıyor. frank’ın paris’i hep biraz daha para biriktirip, biraz daha sırtını sağlama alıp, çocuklar biraz daha büyüdüğünde, biraz daha iyi bir mevkiye gelip şartlar biraz daha olgunlaştığında -yani hiç bir zaman- gidilecek bir neverland aslında. ve frank çocuğu doğurması için april’e duygu sömürünün en aşağılık şeklini yapıp olabilecek en ataerkil savlarla saldırdığında sahip olduğu ufacık şeyleri kaybetmemek adına ne kadar ikiyüzlü ve bencil olabileceğini gösteriyor. april de kadın olmanın cezasını önce frank’in sözleri ile düştüğü ikilemde sonra da verdiği cesur karar sonrası vardığı kötü son ile çekiyor. herkes, hepimiz kendi değersiz hayatlarımıza aslında çok önemli amaçlara hizmet ediyormuşcasına değerler yüklüyor, elimize sıkıştırılan ufacık oyuncaklarla çeperlerin ardını tecrübe etmekten korkarak yaşayıp gidiyoruz. dahası yaşayıp ölüyoruz. dahası ölemiyor, ölene kadar bu aynı anlamsız pratiği durmadan tecrübe ediyoruz. yaşama amacımızı rasyonalize edip ona bir kıymet kazandırabilmek için arkasına sığındığımız şeyleri, elde ettiğimiz ufak kazançlardan vazgeçmemek adına “orda bir paris var uzakta” düzlemine demir atarak doğrusu, makulü, mantıklısı buymuş gibi kabulleniyoruz. john givings’in bu fasit dairenin anlamsızlığını herkesten daha iyi kavramış haline ise en fazla deli deyip geçiyoruz.

    bir de eklemeden geçemeyeceğim, kate winslet’ın belki de kariyer zirvesi bu film, the reader’dan daha çok revolutionary road ile hak ediyor o adaylığı. özellikle ekran başında insanın sinirlerini geren ve sizi tam meselenin ortasına bırakılmışsınız ya da olanlara bizatihi tarafmışsınız gibi hissettiren kavga sahnelerinde hem di caprio hem de kate winslet fazlasıyla başarılılar.

    slumdog millionaire'e ciddi bir rakip olabilirdi ancak her nedense görmezden gelmiş akademi. sam mendes'e bana kendimi bu kadar kötü, bu kadar çaresiz ve bu kadar tedirgin hissettirdiği için teşekkür ediyorum. hatta yanaşsın bakiyim acık, bir tane de öpüyorum.


    (coffee and cigarettes - 19 Şubat 2009 14:32)

  • comment image

    daha geçen seneye kadar vurdulu kırdılı 3 film birdenin peş peşe yayınlandığı yeni rüya sineması'nda da vizyona girmiş film. bilinçaltıma nasıl yerleştiyse, kimin afişini görsem "ulan bu da mı pornocu oldu?" demekten kendimi alamıyorum. geçen tom cruise'a üzülmüştüm, pazar günü de kate abla'ya canım acıdı. hem de daha yeni oscarı kucaklamıştı, şimdi de onu kucaklayacaklardı demek. küçük anlar bunlar, 5. saniyede topluyor beyin ortalığı, ama filmin adı da "hayallerin peşinde" diye çevrilmiş. 3 hayal birden, peşpeşe. lanet olsun saat dokuz olmuş ben hala evde kendimi kendimden tiksindiriyorum.


    (mies - 3 Mart 2009 08:57)

  • comment image

    "modern insanın açmazları" tey tey. nefret ediyorum bu cümleden. ne açmaz'ı yahu, satranç oynamıyoruz, yaşıyoruz. yaşamda vezirle piyon yalnızca kişisel gelişim kitaplarında aynı kutuya konuyor. vezirler'in naaşı, teşvikiye'den zincirlikuyu'ya giderken, piyonun naaşı, vatan sağolsun'dan asit kuyusuna gidiyor. film ise piyonu ya da veziri değil, arada kalmışları, seni-beni anlatıyor: at, fil, kale, -artık kalibrene göre-.

    --- spoiler ---
    insanın sistem tarafından sınırlandırıldığı ve bu sınırları aşmanın sanat dışında -filmimizdeki tiyatro sahnesi de bunu vurgular- hiçbir yolunun olmadığı*, suser arkadaşlar tarafından da diğer yorumlarda da gayet güzel anlatıldı, o kısımlara fazlaca değinmeden 2 hayati konuya giriyorum. (april'ın ne istediğini bilmemesi ve 'son kahvaltı'*

    april (winslet) paris'e gitmek istemiyor. çünkü aslında ne istediğini bilmiyor.
    frank'in (dicaprio) eşine ve deliye el kaldırdığı sahnelerde hep 'erkekliği' mevzubahisti. frank'de cinsel bir sorun var ve bunu kaldıramıyor. mutfaktaki sevişme sahnesini hatırlayın, olması gerektiği gibi şehvetli bir sahne değil bu, alabildiğine yalın. frank yatakta olduğu gibi işinde de başarılı değil hatta parlak zekalı biri de değil. işte april'ın kaçmak istediği ise bütün bunların hepsi. eşini yetersiz buluyor, bunu sürekli yüzüne karşı da söylüyor. "nefret ettiğin bir işte çalışıyorsun". bunu o kadar iğneleyici söylüyor ki frank'i kendi huzursuzluğuna katık ediyor.

    ne istediğini bilmiyor april demiştik. birincisi "paris için öyle böyle diyorlar" diye çoşkulu bir övgüyle anlattığı paris'e hiç gitmemiş ama gidince sekreter olacak mış da mış. lakin elinde sözlükle fransızca çalışan, "sen aslında gitmek istemiyorsun, öküz" diye suçlanan frank oluyor. adam isteksiz de olsa, elinden geleni yapıyor halbuki. iş yerine postayı koyuyor, gururla ve inanarak bahsediyor çevresine planlarından. april'ın tüm süreç boyunca en büyük hatası, eşini kolundan tutup, her şeye ikna edebilecekken bunu yapmaması.

    sonra april hamile kalıyor. frank'in yeni iş pozisyonunu dinlemek ve rasyonel bir gelecek planlaması yapmak yerine, frank'e surat yapıp, onun en iyi arkadaşıyla yatıyor. bu aldatma önemli. april'ın aradığının 'başka bir beden' olmadığını keşfediyoruz bu aldatmada. zira sevişirken yine huzursuz april hanım. "kaçalım" diyen adamı da sallamıyor, zira gitmek istediği yer paris değil, neverland.

    april; hayatına muhteşem bir kahvaltının ardından, 'kedi olalı ilk defa bir fare yakalamış' eşinin, iş yerinde yükselme alacağı o heyecan dolu günde son veriyor. frank içten şekilde soruyor: "gerçekten mutlu muyuz bu yeni durumdan." orada söyleyemiyor işte april, "gitme, bırak işini gidelim uzaklara" diye. frank'in ise tüm film boyunca suçlu olduğu tek yer burası. hayatında ilk kez bir işe yarayacak olduğunun sarhoşluğuna o kadar kendini kaptırmış ki, 'ölüyorum ben' ifadesini yakalayamıyor o güzel eşinin yüzünde. sonra. sonra mı. april film boyunca işlediği günahlarının toplamı kadar bir günah işleyip neverland'e, huzura doğru giderken, frank'i bok gibi bırakıyor ortada.

    "hopeless emptiness. now you've said it. plenty of people are onto the emptiness, but it takes real guts to see the hopelessness. "
    (bağlamsal olarak mealen şöyle; hayatın boş olduğunun herkes farkında, ama hayatın aynı zamanda umutsuz olduğunu fark etmek göt ister.)
    ---
    spoiler ---

    tüm hemcinslerime, 'ilişkimiz heyecanını yitirdi alper' diye serzenişte bulunan sevdiceklerine bu filmi doğumgünü, sevgililer günü ya da sakatlar haftası gibi özel bir günde dvd olarak postalamalarını salık veriyorum. dvd'nin üzerine de "2 defa izlenip yorumlanacak" notunu yazmayı unutmayasınız.
    ha sevdicek bu tip sebeplerden çoktan terk ettiyse yapılması gereken, paraya kıyıp filmin blu ray versiyonunu hediye vermektir, ki en ufak ayrıntıyı dahi kaçırmasın. hatta kutuya filmin afişini de koyun, odasına assın. kapak olsun.


    (tinkebaut - 3 Mart 2009 16:57)

  • comment image

    vazgeçme ve vazgeçmeme üzerine bir film.
    doğruyu bir delinin ağzından söyleyen bir film.
    yok evlilikten soğutan değil, direkt hayattan soğutan bir film. "bunların hepsi mantıksız!" diyo.
    çok fena bir mesajı var, burda söyleyemiycem. zaten bunu açıkça söylemeye sam amca'nın da dili varmamış. yine de dürüst bir film.
    birazcık umut var, o da paris'te. niye? çünkü..

    * sam'in kate'le evliliğini nasıl yürüttüğünü çok merak ediyorum american beauty ve bu filmden sonra.. yani eleştirdiği bu kapitalist aile formunda değilse, nasıl bir evlilik bunlarınki?

    * "devrim" kelimesinden bizim kadar tırsan bir memleket var mıdır, onu da merak ediyorum. "hayallerinin peşinde" ne lan?


    (cay - 13 Mart 2009 11:51)

  • comment image

    kate winslet'ın en iyi performanslarından birini sergilediği film. kesinlikle. di caprio da iyi iş çıkartmış evet ama kate'in eline su dökemiyor yine de.

    zaten çağımızda heder olmuş zilyonlarca evlilik varken ve giderek bu bağ daha da kötüleşirken sinema salonundan çıkışta insanı evlilik hakkında daha da çok sorgulamaya itiyor bu film.

    --- spoiler ---
    gerçekten insan ömrünün sonuna dek bir insanı sevebilir mi, buna herkes inanıyor mu? ya da hayatında gerçekleştirmek istediğin şeyleri evliyken de gerçekleştirebileceğine inanıyor musun? hele de çocukların olduğu vakit kendi yaşadığın hayattan, evden, şehirden, ülkeden vazgeçip sırf kendi hayalin ya da eşinin hayalini gerçekleştirmek için bambaşka bir hayata doğru yelken açabilir misin? büyük bir aşkla sevdiğini düşünerek evlendiğin o insanın bir gün senin için sadece "bir zamanlar beni güldüren insan" olabilme ihtimalini bilsen yine de onunla evlenir miydin? "insanlar çocuk sahibi olmak zorunda değil" diye düşünenlerden misin? kendi hayatını değiştirmek adına istemediğin bir hamileliği kendi ellerinle sonlandıracak kadar cesaretli misin?
    en önemlisi de istediğin hayatı yaşayabilecek kadar yürekli misin?
    bu soruları kendine her zaman sorduysan, "bu filmi izleme" derim ben. çünkü sinemadan çıktığında az önce şahit olmuş olduğun tüm gerçeklikler daha da yakana yapışıyor ve ağlamaktan beter oluyorsun.
    evlilik bir hayatı beraber bok etmekse ne gerek var dostlar evlenmeye?

    çok gerçekçi bir film, her şeyiyle tamamen gerçek. kadının canı yanarken nasıl da yaralayıcı olabildiğini görebiliyorsunuz tüm tartışma sahnelerinde. ve erkeğin de yaralandığında hatta kendini ezilmiş hissettiğinde şiddete başvurma olasılığının nasıl da yüksek olduğunu...

    kadının hayalleri uğruna ya da sevdiği erkekle eskiden yaşamış oldukları güzel günlere dönebilme ihtimali uğruna karnındaki bebeğini bile göz ardı edebilmesi, erkeğin ise daha fazla para kazanabilmek ya da terfi edebilmek için hayallerini görmezden gelebilmesi şu dünyada erkeklere yüklenmiş aptalca misyonlar sayesinde, kendini güçlü göstermek adına paranın ve iyi bir işin iyi olduğunu düşünmelerinden kaynaklanmasındandır. sorumluluk sahibiyim adı altında bilinmeyenden korkan ve kaçan bir erkek portresi -frank- filmde en can sıkıcı rollerden biri. ama di caprio o çelişkileri ve hezeyanları iyi anlatmış.

    ve kahvaltı sahnesi... sahne bitiminde frank'in gözüne dolup da akamayan yaşlar filmin en yürek burkucu sahnelerinden biri.
    april'ini hayallerini gerçekleştiremeden kaybeden frank, revolutionary road boyunca koşarken acaba pişmanlıklarını içinden atabildi mi dersiniz?
    ---
    spoiler ---


    (perfection - 23 Mart 2009 10:36)

  • comment image

    daracık bir alanda kanat çırpıp havalanmak isteyen, fakat bulunduğu yerin darlığından kanatlarını açamayan ve böylece uçamayan kuşların hikayesi.


    (felfelek - 16 Şubat 2010 23:31)

  • comment image

    --- spoiler ---

    april ve frank iki çocukları olan genç bir çifttir. frank tipik bir kapitalist şirket olan knox’un sıradan elemanlarından biridir. komşuları ve etrafındakiler tarafından mutlu bir çift olarak görülseler de, frank yaşadığı hayatın rutin ve sıkıcı olduğunu fark etmiş ve bunu renklendirmek için küçük kaçamaklar dahi yapmaktadır. bir gün karısı april’in ısrarıyla bu rutin ve sıkıcı hayatı bırakıp paris’e gitme fikrini tartışmaya başlarlar.

    cornelius castoriadis insanlığın kaostan doğduğunu kaos üzerine var olduğunu söylemişti [1]. ona göre insanın bütün çabası bu kaos temelsizlik durumunu gizlemek görmezden gelmek üzerine kurludur ve tüm çabasını bu doğrultuda sarf eder. bir an durup düşünüldüğünde her şeyin ne kadar boş olduğunun fark edilmesi tam da bu nedenledir (tüm anlam dünyalarımızı kaosun üzerine inşa edişimiz nedeniyle) fakat bu düşünce katlanılmazdır. bu düşünceyi başımızdan savmak için kısa vadede kalkar yürür ya da o an saçma da olsa bir şeyler yaparız uzun vadede ise sisteme dahil olmak en iyi yoldur. evlenmek, iş sahibi olmak, çoluk çocuk yetiştirmek, onların geleceği ile uğraşmak gibi tüm aktiviteler bu saçmalığı örtmek çabasının sonuçlarıdırlar.

    kaosu örten bütün bu aktiviteler imgesel olanı temsil ederken, bir kaos üzerinde var olduğumuz olgusu da gerçekliğin ta kendisidir. fakat gerçeklik insan bünyesinin kaldırabileceği bir şey olmadığından imgeseldeki yaşamı tercih ederiz. kapitalist dünya her ne kadar imgesel yönü fazlasıyla güçlü olsa da (gerçeği unutturmada fazlasıyla başarılı olsa da), makinenin bir dişlisine dönüşmek de bir o kadar sıkıcıdır. tam da bu nedenle kapitalist dünyanın öznesi kendisine bir başka imgesel kurarak bu sıkıcılığın dışında bir hayatın olduğu ve buna istediği zaman kavuşabileceği ümidini üretir.

    frank wheeler’in paris’i tam da bu ikinci imgeseldir. ilk fırsatta oraya döneceği, yaşamla dolu insanların arasına karışıp, yaşamı hissedeceği yer olan paris onun için kapitalist çarkı katlanılır kılan ikinci imgeseldir. her şey normal seyrinde akarken, karısı april, paris’i imgesel olmaktan çıkarmayı teklif eder. april imgeseli gerçekleştirmekte bir hayli kararlıdır: “sen her zaman, oranın, geri dönüp yaşamak istediğin tek yer olduğunu söylerdin. yaşamaya değer tek yerin orası olduğunu. peki öyleyse neden oraya gitmiyoruz?”

    frank, april ve ev sahiplerinin zihinsel hastalıklı oğulları john givings arasında ormanda geçen konuşma tüm bunların özetidir. frank neden paris’e gittiklerini “belki de kaçıyoruzdur buradaki umutsuz, boş hayattan kaçıyor olabiliriz, öyle değil mi?” şeklinde açıklarken, john givings’in bu gerekçeye tepkisi gerçeğin dillendirilmesidir: “pek çok insan, boşluğa düşer ama umutsuzluğu görmek cesaret isteyen bir şeydir. vay canına.” umut diye bir şey yoktur, çünkü kaosun üzerinde kurulu bir yaşamda umuttan bahsedilemez. bunu herkes bilse de, dillendirilmesi (ya da kabul edilmesi) insanın tüm yapıp ettiklerini anlamsızlaştıracağından diğer bir ifadeyle yaşamın sürdürülmesini gereksizleştireceğinden kimse bunu dillendirmez. aklına her geldiğinde bunu unutmak için kendini oyalayacak her türlü işe sarılır.

    frank paris’e gitme fikri üzerinde bir süre düşünür: “sahip olduklarınızı tartarak, virgül, ihtiyaçlarınızı bilerek, virgül, ne olmadan yapamayacağınızı bilerek, tire envanter kontrolü yapıldı.” vardığı sonuç paris’in imgesel olarak kaldığı sürece bir anlamı olduğudur ve gitmekten vazgeçer. fakat bu vazgeçiş, frank hayatın saçma bir şey olduğunu unutturacak daha yoğun bir işe sahip olduğundan onun için katlanılabilir bir şeyken, april için katlanılamazdır. april kendisini saçmalığa mahkûm eden frank’tan ve onun bahane olarak öne sürdüğü karnındaki bebekten nefret eder.

    hayatı yeniden anlamlı görmeye başlayan frank yeniden john givings’le muhatap olur fakat bu sefer onun söyledikleri katlanılamazdır. “onca şeyden sonra, buranın daha iyi olduğuna mı karar verdin? her şeyden sonra buradaki umutsuzluğun ve boşluğun daha rahat olduğunu mu fark ettin?” sorusu frank’i kızdırır. anlamsızlığın üzerine örttüğü perdeyi kaldırır. perdeyi koruma noktasında frank’ın tavrı nettir: “buraya gelip, aklına her gelen kahrolası lanet şeyi söylüyorsun. sanırım artık birisi o lanet olası çeneni kapatmalı.”

    ayrıca, filmde üç önemli dönüm noktası vardır. april’in oyunculuk serüvenini bırakıp ev kadını olması, frank’in paris’e gitme fikrinden vazgeçmesi, april’in karnındaki çocuğu almaya karar vermesi. bu üç dönüm noktası, karakterlerin ayna’da kendilerine baktıktan sonra verdikleri kararlarla şekillenmiştir. april oyun sonrasında aynanın karşısında oturur, frank tuvalete gitmek için üst kata çıktığında aynanın karşısına geçer, april bebeğini almaya yarayacak aleti aynanın karşısında kutudan çıkarır. karakterlerin yeni öznelere geçiş aşamalarının bu şekilde ayna ile temsil edilmesi fazlasıyla dikkat çekicidir.

    ---
    spoiler ---


    (24 saat uyuyan adam - 2 Ekim 2010 23:58)

  • comment image

    çok ağır bir metin. ağırlığı basit görünen kurgusundan geliyor. fakat bunun yanında kate winslett'in devasa ifade yeteneği ile, neredeyse sessiz bir alt metinli bir bütün izliyoruz. ve john, evet april ve frank'ın bilinçaltlarını canlandırırken, "biz kopup gidiyoruz" karşısında farklı insanların aynı tepkileri. sadece ve sadece frank'in o kopup gitmenin aslında en rasyonel seçim olduğunu biliyor olması, fakat "deli" olduğu için kimsenin onu kaale almaması. aslen bir alt metin de frank'in hikayesini anlatmakta. bildiği her şeyi elektrik şoklarına kurban vermiş olmasına rağmen şoklar, olayları şeyleri ve insanları olanca açıklığıyla görmekten onu kurtaramamıştır.
    april'in, evi satın aldıkları günü hatırladığı bir diğer günde, bu hatırlama işini eve arkası dönük bir halde yapmasına dikkat ediniz. önemli bir söylem var orada. eve yedi sene önce hayranlıkla bakan kadın çöp tenekesinin yanından yola bakmaktadır artık.
    ve tanışma hadisesine filan baktığımızda bu insanları bu kadar sene bir arada tutacak çok da şey yoktur aslında.
    sigara içişlerdeki keyiften ağır basan çaresizlik. fena.
    frank'in hayatın değişmesi ümidiyle karşılaşınca eylemlerinin değişmesi. kalabalığın içinde kalabalığın bir parçası olarak gidip geldiği garda, durup kahvesini içmesi. insanların koşturmaya devam etmesi. onun öyle durması, kahveyi içmesi içmesi.
    ormandan eve dönememek. komşuların durup baktığı yerden kendi evini izlemek. komşuların kendi bahçelerinden bakıp bakıp durduğu bir arzu nesnesi aslında frank ve april'in hayatı. bir nevi, o taraftaki çimler daha yeşil. sadece kadın arzu nesnesi olduğu için olamaz. histerik bir kadınla yaşamanın ağırlığı da olabilir. ama o bahçe daha yeşil gibi işte. onlar gittikten sonra da oraya, o tarafa bakmaktan kendimizi alamıyoruz.
    sonunda kısılı kaldığın arzu nesnesi evin içinden, revolutionary road'da bulunan -tanrım ne güzel bir ironi. devrim sizden ne kadar uzak ve fakat hala sanki devrimin çocuklarıymışsınız gibi çiğ çiğ yenilmektesiniz kutsal amerikan düzeni tarafından- meş'um evin içinden, yerlere kanların damlarken hayata son kez bakmak. paris'e gitmek zaten mümkün değildir. paris'te de aynı mevzu dönmeye başlayacak. başından beri biliyoruz ama umut fakirin ekmeği.
    godot'yu beklemekle paris'e gitmek arasında hiç bir fark göremiyorum. son derece bilindik, son noktada tanıdık bir durum velakin dehşetle işlenmiş. frank'in başka kadınlarla olurkenki yüzeysel kaçışı ile april'in başka erkeklerle olurkenki öfkeli intikamcılığı gayet net ve açık. ikisinin de ruhu yok o ilişkilerde. sevilmeyi filan beklemiyorlar. belki frank'in dediği gibi içi boş istiridye kabuğu olmaya başladıkları içindir.
    april'in olağanüstü bir manik depresif olması, frank'in o manik hallere kendini kaptırmaktaki olağanüstü istekliliği ile, aslında iyi bir çift ifade edilmiş. ama mani ve depresyon arasındaki iniş çıkışların çok yoğun olması işi hayli zorlaştırıyor. frank o derinlikte değil ama. klasik güneyli bir söylemi de var: çocuklarımız tanrının bir hediyesi değilmiş gibi davranma. davranmayalım peki. olabildiğine, alabildiğine üreyelim. uğraşacak yeni bir şeylerimiz olsun. burada kalmak için yeni bahaneler. ve fakat yine söylemek lazım, revolutionary road ile paris arasında da bir fark olmayacak. yara bandı. biraz su görse kopup gider. açık yaranla kalakalırsın.
    normale dönelim. metinlerarası ilişkilerin içinde, bağırarak söylemeliyim ki, leonardo dicaprio'ya yıllarca söylediğim bütün sözleri geri alıyorum. son.


    (thessetenar - 7 Aralık 2012 18:31)

Yorum Kaynak Link : revolutionary road