• "başrollerini jean-paul belmondo ve anna karina'nın paylaştığı jean-luc godard'ın yönettiği 1965 yapımı bir film."
  • "-because you speak to me with words, and i look at you with feelings."
  • "antoine duhamel muzikleri ile daha da guzellesen film. marianne: guys like u are always sorry.. but always too late.."
  • "konusu lionel white in obsessive adli kitabindan esinlenilmis olsa dahi godardin soylemiyle spontane cekilmis bir filmdir, belli bir senaryoya bagli kalinmamistir."
  • "-ne yapacağız orada?-on existera..."
  • "cowboy bebop'un en rahatsız edici bölümü. üzgün palyaço kavramına yeni bir bakış açısı."




Facebook Yorumları
  • comment image

    1965 yılından sonra godard siyah&beyaz tonajı bırakarak o sıralar yaygınlaşmakta olan teknikolor çekim tekniğine geçmiştir. tabi o tarihten önce de teknikolor ve eastmancolor yöntemiyle çektiği bir iki filmi vardır. pierrot le fou tam da bu geçiş döneminde çekilen filmlerden, hatta bu filmin ardından godard tekrardan siyah&beyaza dönerek masculin féminin'i yönetmiş, ardından tekrar eastmancolor'a dönmüştür. siyah&beyaz ve renkli şeritler arasındaki bu gidiş-geliş süphesiz boş yere değildir. pierrot le fou, canlı renk pigmentlerinin ağırlıklı kullanımıyla olduğu kadar, bu renkler eşliğinde yapılan göndermelerle de dikkat çekiyor, filmde hususi bazı sahneler tamamen kırmızı ve mavi kamera filtereleriyle çekilmiştir. parti sahnesinde, otomobil ve kozmetik ürünlerinin reklam parodilerinin yanında amerikalı yönetmen samuel fellerin sinemanın doğası hakkında yaptığı yorum bölümü gene filtre eşliğinde verilmiştir. renkli filtrelerle çekilen sahnelerin ihtiva ettiği anlamlar hakkında hala tartışmalar sürüyor. kimine göre jean-paul belmondo'nun canlandırdığı ferdinad mavi'yi, anna karina'lı 'marianne ise kırmızıyı temsil ediyor. bazılarına göreyse, kırmızı ve mavi renklerin ardından görünen beyaz kare, fransa bayrağını temsil ediyor. tabi bu göndermelerden herkes farklı çıkartımlar yapmıştır, zaten godard renkli filtrelerle izleyicinin duygularını harekete geçirmeyi amaçlamıştır; herkesin duygusal ritmi farklı olduğuna göre, bilinçaltında obje'den suje'ye geçiş anında canlanan imgelerde farklılıklar kaçılmaz olacaktır. "insan duyuları ve duyuların insanlığı insanın nesnesinin varoluşunun bir sonucu, insanileştirilmiş doğanın bir sonucu olarak ortaya çıkarlar" k.marx. ekşi sözlükte ilk defa bir godard filmi hakkında bu kadar çok yazı okudum. yazmak istediklerimin çoğu başkaları tarafından daha önce dile getirilmiş zaten. filmde sembolik göndermelerin yanında bir çok da poetrik alıntı kullanılmıştır. ben daha çok bunların üstünde duracağım.

    --- spoiler ---

    filmin başında ferdinand, alış-veriş için kitapçıya gider, raftaki kitapları karıştırırken elinde tuttuğu kitap fransız çizgi romanlarından les pieds-nickelés'dır.

    küvet sahnesine geçiş yapılır, ferdinand'ın küvette uzanırken elinde tuttuğu kitap ise sanat tarihçisi elie faure'nin "a history of art: modern art" isimli kitabıdır. okunan pasaj fransanın modern ressamlarından "velasquez" hakkındadır.

    parti sahnesi: amerikalı yönetmen samuel filler çekeceği filmin adının "flowers of evil" olacağından bahseder. bu isim, charles baudelaire'in "kötülük çiçekleri" şiirine göndermedir.

    http://thelepermessiah.blogspot.com/…ard-party.html

    ferdinand, marianne'nin evine, gider, komidinin üstünde silahın yanında john roeburt'un al capone adlı kitabı durmaktadır.

    ferdinand ve marianne arabalarını kasabanın dışında doğru sürmeye devam ederler, paraları tükenmiştir, para kazanmak için etrafraki insanlara heyecanlı hikayeler anlatmayı düşünürler. ferdinand'ın ilk aklına gelenler, fatih sultan mehmet'in istanbulu fethi ve edgar allan poe'den william wilson'un hikayesidir.

    (en sevdiğim bölüme geldik) altlarındaki arabanın benzin deposunu patlatırlar. kamera elektrik trafolarının arasında yürüyen ferdinand ve marianne'ye odaklanırken şu ses duyurur: sekizinci bölüm "un saison en enfer" yani "cehennemde bir mevsim" jean luc godard filmlerinde arthur rimbaud göndermeleri meşhurdur, filmlerinde rimbaud'dan pasajlar okumakla yetinmez, karakterlerine arthur rimbaud ismini koyar, onun şiirlerinde geçen isimleri takar. (bkz: bande a part) bu filmdeki ferdinand ismi de, rimbaud'un "un saison en enfer" isimli kitabından "nuit en enfer" şiirinde geçer. "nice hile kırdaki gözlemde...şeytan, ferdinand, koşuyor kötü tohumlarla birlikte" "ferdinand" fransa'da, vouziers bölgesi köylülerinin şeytana verdiği isimdir. filmde cehennemde bir mevsim sözü iki kere geçer; "aşk yeniden tarif edilmeli. gerçek hayat bize çok uzakta. zaman, bir rüzgar gibi geçiyor. ona sıkıca sarıldım ve ağlamaya başladım. ikinci pasaj ise, yine aynı kitaptan (`délires 1 (bkz: sayıklamalar) vierge folle` - l'époux infernal) başlıklı şiirden alıntıdır.

    http://thelepermessiah.blogspot.com/…godard-un.html

    ferdinand ve marianne kumsal boyunca yürürler, marianne sorar: nereye gidiyoruz? -gizemli ada'ya, tıpkı kaptan grant'in çocukları'ndaki gibi. bu da jules verne'in les enfants du capitaine grant'ına göndermedir.

    amerikalı bir grupla karşılaşırlar, onların seveceği türden taytro gösterisi yapmaya karar verirler. marianne sorar: nasıl bir gösteri? - vietnam savaşı hakkında. ""sam amca'nın erkek yeğenine karşı ho amca'nın kız yeğeni." bu sahnede amerikalıların elinde gerald norton'un karikatür kitabı vardır. godard, amerikalılar anca böyle basit şeyleri okur demeye getirmiştir.

    ---
    spoiler ---


    (thelepermessiah - 24 Haziran 2009 23:26)

  • comment image

    filmin sonu itibariyle içerisinde de geçtiği üzere poe'nin william wilson hikayesine mi gönderme yapıyordu? birbirine zıt iki karakterin, duygular-düşünceler konusundaki yaklaşımlarını vurgulayarak aslında bir insana mı ulaşıyordu? düz bir anlatım istiyorsan histoires extraordinaires'i izle. burada godard var.

    ama sıkıcı olan şu; film okumalarında sürekli yönetmen şöyle düşünmüş, bunu şu yüzden demiş gibi bir mantık döne dolaşa karşı-teze hayır aslında şunu amaçlamış, ben şu filmini izledim ve şu kitabı okudum bak bundan yani deme fırsatını yaratıyor. godard'ın kendi yaklaşımını da tanımlarken, işin aslında bir yorumlama olduğunu da görmek gerek. yani film politiktir hayır politik değildir çizgisi izleyiciye göre belirlenir bence. yoksa 'sen orospu lafındaki inceliği anlayamayacak bir götverensin' lafından context olarak fark kalıyor sadece. en azından sikim ve taşağıma göre.. herkes kendi sik ve taşağına göre okumalı bence filmi. çatı katında pipi yarıştırma yıllarıysa maalesef geride kaldı.

    koca bir ben'ce; film week end öncülü, şiirsel ama apolitik ve dahi sembolik bir can sıkıntısı. hani haneke'nin filmleri vardır; televizyonda paso politik olaylardan bahseder. filmin benzeri politikliği ise dereye maya çalma düzeyinde. ama dağa bayıra kaçan serseri aşıklar teması, 'ölüm de var sonunda gülümde var' yolunda devam ederken, sinan çetin'e iade-i itibar ettirecek skeçler-parçalı anlatım, misak-ı milli hudutlarında teke zortlaması olarak görülebilecekken godard'ın üslubunu bildiğimizden ve alışık olduğumuzdan komserşekspirleştirmediklerimizden oluyor haliyle, hakkıyla. çok sayıda zekice detay var. sürüyle ufuk açıcı hamle var. bütünleştirmek de bir dert değil; ama o zayıf-zorlama şiirsel yapı, filmi bitirilebilir kılan asıl şey. ah tabi bir de anna karina.

    bahsetmiş miydim? anna karinasporluyum.
    sen bana felsefeyi sever misin diye sor. luther de makyevelli?
    sana klark ve şampiyon biziz çekeyim, çünkü biz hep dönerciyiz.


    (monochrome - 21 Ekim 2009 02:55)

  • comment image

    "... bu tamamen spontane bir filmdir. çekimler başlamadan önceki iki günde asla bu kadar kaygılanmamıştım. elimde hiçbir şey yoktu, hiçbir şey. ah evet bir kitabım vardı ve belirli sayıda mekan. filmin deniz kıyısında geçeceğini biliyordum."


    (sizofrenik kedi - 29 Temmuz 2010 02:28)

  • comment image

    anarşizmin doruklarında bir godard filmi.. godard kendi şiirsel üslubunu, politik duruşunu ve spontan edasını beyaz perdeye ustaca aktarmıştır.. filmimiz varoluş sancısı çekmektedir.. bir amaç bulmaya çalışmak ve bu amaç uğruna amaçsızlaşmak filmin ana temasını oluşturur.. filmin en hoşlaştığım kısmı ise ferdinand'la marianne'ın aya bakıp ilk uzay yürüyüşü yapan rus astronot leonov'la, uzay yürüyüşünü gerçekleştiren ilk amerikalı'nın bahsini geçirdikleri andır..

    --- spoiler ---

    -baksana, ay ne güzel.
    +bana o kadar ilgi çekici gelmedi.
    -bence öyle.
    -bir adam görüyorum orada.
    +leonov olabilir,
    ya da o amerikan olan, white da olabilir..
    -evet, ben de gördüm.
    +ama o, bir "yoldaş" ya da "sam amca'nın" yeğenlerinden biri değil.
    +o kim sana söyleyeyim mi?
    -söylesene.
    +ay'ın tek sakini. peki ne yapıyor biliyor musun?
    kaçmaya çalışıyor.
    -neden?
    + iyi bak.
    - neden kaçmaya çalışıyor?
    +çünkü bıktı. başta leonov'u gördüğüne çok sevinmişti. ezeli yalnızlıktan sonra konuşacak birini bulmak! ama leonov onun kafasını lenin öğretileriyle doldurmaya çalıştı. bu yüzden o da amerikalıları gördüğünde hemen yanlarına gitti. ama amerikalılar da onu görür görmez önce teşekkür ettirdikten sonra... zorla kola içirdikleri için canına yetti. ay'ı amerikalılara ve ruslara bıraktı, ne hâlleri varsa görsünler diye. ve gitti.
    -nereye?
    +buraya.. çünkü senin çok güzel olduğunu düşünüyor. sana hayran. kalçan ve göğüslerin çok tahrik edici.

    ---
    spoiler ---


    (jussi kujala - 11 Ağustos 2010 01:26)

  • comment image

    başrollerini jean-paul belmondo ve anna karina'nın paylaştığı jean-luc godard'ın yönettiği 1965 yapımı bir film.


    (goddard - 6 Ocak 2003 23:33)

  • comment image

    elie faure'nun, histoire de l'art; l'art moderne kitabının i. cildinden diego velázquez üzerine yazılan bir bölüm okunarak film başlar. tenis oynayan kadınlar ve banyodaki adam. daha sonra parçayı dinlemesi gereken ve sonunda beğenen küçük bir kız. sıradan bir başlangıç değil. aslında bir parça okutup, bunun üzerine dedüksiyon yapmak pek rastlanagelen bir olay olmadığı için sıradan gibi gelmedi bana. bu film üzerine yazılmış çok yönlü bir sürü yazı var. herkes bir yerinden tutup değerlendiriyor. ben de aynısını yapmaya çalışacağım.

    elie faure'dan aktarılan bölümde, umutsuzluk, süregelen sıkışmışlık, kısaca velázquez'in dönemini, statik harmonik kozmos içerisinde değerlendirmesi ile başlıyoruz. bu umutsuzluk, biraz sonra ferdinand'ın söyleyeceği, aptallarla dolu bir dünya, söylemiyle birbirini tamamlıyor. özne-nesne kopuşunda, bazen kendini farklılaştıran ve adına "çılgın" denilen, bazen de kozmos ile özdeşleştirip kılgın yaşamı sıradan şekilde devam ettiren bir varlık olarak insan, aynı bu filmdeki figürün yarattığı başkalaşım ve bir "şey" olma derdi içinde, hiçbir zaman holistik bir durumun ortaya çıkmadığı ve çıkamayacağı esrik hallerde müşahhas olur. ne ki, ilk başta umutsuzluğu verip, çağı ve insanları aptallıkla damgalayıp, daha sonra, umutsuzluk, keder ve umut, demek, ancak böylesi bir varlığın (insan) yapabileceği tutarsızlıklara örnektir. parçaları ayırıp, bütüne eklemek yerine ayrıksılaştırmakta olduğu gibi. hatalardan kaçısın da en garanti biçimi budur zaten. bir olaya anlam katmak bütünlükten geçmediği gibi, mutlak yalıtmakla olacak diye bir şey de söz konusu değildir. bu noktada bir eleştiriden öte, bir durumun kendiliğindenliğinin anlatısı bahis konusudur. her olay bütünde anlaşılacak diye bir şey yoktur. zaten bu filmin önemli bir yanı da, bu aristocu görüşe verilmiş tepkidir. aristoteles'in karakter yaratımında önüne koyduğu dört hedefi vardır;

    i) eylemler ve seçimler, pekinim yaratması beklenen kişiler üzerinde "pathos"u yakalayabilmesi için iyi olmalıdır. karakter de buna bağlı olarak iyi olacaktır.
    ii) karakter uygunluğu.
    iii) iyilik ve uygunluktan farklı bir şey olarak, benzerlik
    iv) tutarlılık. tutarsız durumlarda bile tutarlı davranmak

    yine hegel'in karakter yaratımında olması gereken üç noktaya da bakalım;

    a) bütünsel bireysellik olarak, karakter zenginliği olarak;
    b) bu bütünlük, tikellik olarak, dolayısıyla karakter de belirlenimli olarak görünmek zorundadır;
    c) (kendinden bir olarak) karakter, öznel bağımsızlığı, içerisinde (kendi kendisiyle birlikteymiş gibi) bu belirlenimlilikle biraraya gelir ve bundan ötürü o, kendisini özünde değişmez bir karakter olarak sürdürmek durumundadır.

    filmimizin, bir olay örgüsünden uzak olması ve senaryoya konstruktif bir anlayışla bakıldığından, karakter yaratım sürecinin de böyle işlendiğini düşünerek, her iki filozofa da ( ki tabii ki daha bir çok filozof söz konusu aynı şeyleri söyleyen) bir karşı çıkış olarak değerlendirilmesi olasıdır. bu bilinçli şekilde yapıldığı için de, övgüye mazhardır. özellikle aristoteles'in ilke olarak benimsenmiş anlayışlarına karşı çıkılmaktadır. en önemli örnekse, filozofun, iyiler ve kötülerin sonunun birbirinin tersine sonuçlanması gerektiği fikrine, en zıt şekilde bu filmi sonlandırmasıdır. godard'ın amacı, sinemayı belli bir nostaljik kavram ve bütünlük içinde sıkıştırıp özgüllük yaratmaktan çok, humor içerisinde, hem bir tarz oluşturmak hem de tüze haline gelen anlayışlara tepki gösterip, yeni bir poiesis içinde bulunmaktır. karakter istikrarsızlığı denilen tür yönetmenin özellikle üstüne gittiği bir şeydir. karakterin kendini bile aldatıp, belli bir şeye aldanması godard'ın hakim bir anlayışıdır. edebiyatta özellikle bu türün temsilcisi olarak görülen alman yazarların içinde bulunduğu durum gibi bir istikrarsızlık değil ama. çünkü onlar, bir eziyet, bir ruh çekişmesi halinde bu antinomiyi kurarken, godard, bundan eğlenir ve olması gereken çatışkının bu olması gerektiğini savunur. en azından bu filmden ben bunu anlıyorum. hani ne godard'ın anlayışı ne de sinema üzerine bilirkişiliğim mevcut olmasına rağmen, tevazu ile bunu çıkartıyorum. pek uzatmayacağım; kant'ın beğeni yargısındaki dört uğrak kavramına da, bu film, çılgara koşulmuş iki hayvanın ters yöne gitmesi kadar zıtlık gütmüştür. orada mantıksal yargı formu varken, izlencemizde bir bütünsellikten bile söz edemeyeceğimizi yazmıştık.

    figürün özgül bir karakter olup, başkasıyla ilişkiye girerken ve hatta ona bağımlı gözükürken bile bağımsız olduğu ya da öyle göstermeye çabalandığı açık. bu hiç de abes durmamış. hatta kaygısız ve kayıtsız bir figür çok güzel oluşturulmuştur. hegelci estetik anlayışında bu duruma, durum-yokluğu deniyor. bu filmin en önemli özelliğinin felsefi arkaplanı olmasından dolayı böyle bir yazı yazıyorum. tabii elie faure'dan bir alıntı ile filme giriş yapılması da bir etkendir bunları yazmama. sonuçta -haliyle- belli bir anlamı vardı ve bunu bir ölçüde godard'ın diğer filmleriyle de karşılaştırdığımızda böyle bir açıklaması var gibi gözüküyordu. bir çığlık ve onun duyulması için bir film. umarım biraz doğru anlamışımdır. yanılırcılık ve görecilik birbirinden çok farklı şeylerdir. eğer bu yazıda da hata varsa, görece olmasından değil, yanılgısından ileri gelir. böyle olması da iyidir. çünkü görecili dünya da hatalar kavranamazken, diğerinde anlaşılabilir.


    (wesiye - 9 Mart 2011 16:26)

  • comment image

    en etkileyici tarafının şiirselliği olduğunu düşündüğüm godard filmidir.

    "peut-être - que je rêve - debout. - elle me fait penser - à la musique. - son visage. - on est - arrivés - à l'époque - des hommes doubles - on n'a plus besoin de miroir - pour parler - tout seul. - quand marianne dit - «il fait beau» - rien d'autre. - a quoi elle pense ? - d'elle je n'ai que cette apparence - disant : - «il fait beau» - rien d'autre - a quoi bon - expliquer - ça? - nous sommes - faits - de rêves - et - les rêves - sont faits - de nous. - il fait beau - mon amour - dans les rêves - les mots - et la mort. - il fait beau - mon amour. - il fait beau - dans la vie."

    "… bizler rüyalardan oluştuk, rüyalar bizden. hava güzel, sevgilim, rüyalarda, kelimelerde ve ölümde. hava güzel sevgilim. hava güzel, hayatta."


    (mmazgal - 31 Mart 2012 17:00)

  • comment image

    - ne kötü değil mi? böyle anonim olması.

    - neyin?

    - 115 gerilla deniyor, hiçbir duygu uyandırmıyor. ama hepsi birer insan. kim olduklarını bilmiyoruz. sevdikleri bir kadın var mı, çocukları var mı, sinemayı mı tiyatroyu mu tercih ederler... hiçbir şey bilmiyoruz. sadece 115 ölü. fotoğraflar gibi. beni hep büyülemiştir. bir adamın hareketsiz bir görüntüsünü altında bir yazıyla görürüz. belki kötü, belki iyi bir adamdır. ama resmin çekildiği anda, onun kim olduğunu ve ne düşündüğünü asla bilemeyiz. karısını mı? metresini mi? geçmişi? geleceği? basketbolu? kimse bilemeyecek.


    (futur na mevcud - 23 Ağustos 2012 15:24)

  • comment image

    anna karinanın duru güzelliğine ve kavanoz kavanoz kestane balı yemişçesine hoplayıp zıplayan jean-paul belmondonun harika jönlüğüne olağanüstü akdeniz manzaraları eşlik ederken nasıl bittiğini anlayamadığım film.

    pastel rengi panjurlarla kaplı, etrafı sarmaşıklarca sarılmış güneş banyosu yapan evler, masmavi deniz, dalga sesi, kumsal buram buram akdeniz kokar. film bu manzaralar için bile izlenebilir.

    --- spoiler ---
    marianne cazibeli bir kadın, fesat düşüncelerin insanı. ferdinand (nam-ı diğer pierrot) gerçekten derin bir karakter, sanata düşkün, çevresindeki aptal insanlardan bunalmış, anlam arayışında, hatta hayatındaki boşluk nedeni ile "izne ayrılmış ölüleriz biz" diye yazıyor günlüğüne. marianne para için turistleri eğlendirmek isterken pierrot bunu modern kölelik diye tabir ediyor. tabii ki fitne entelliği yeniyor, keskin sirke küpüne de çevresine de zarar veriyor.

    bu arada hatun zümresinin zehirli göz yaşları ile destekleyerek klişe haline getirdiği "ele avuca sığmaz, dalavereci, aldatan, güvenilmez" erkek modeli tarafından iğfal edilen "aldatılan masum, dürüst, mazlum" kadın tipi bu filmle son bulmuştur arkadaş, eşe dosta haber salın. uyanın, uyandırın.
    ---
    spoiler ---


    (rrgezgin - 14 Nisan 2013 23:01)

  • comment image

    filmin sonlarinda karsimiza cikan deli karakterini de es gecmemek gerek. zira boylesi komik bir karakter pek az filmde mevcuttur. ciktigi bes dakikalik sure boyunca gulmekten gozlerinizden yaslar akmasina neden olabilir. surekli konusur, sonunda pierrot'ya "deliyim di mi ben? bana 'delisin' de de rahatlayayim!" der. pierrot da "delisin." cevabini verir.


    (baytar - 2 Haziran 2004 18:35)

  • comment image

    yapımcılığını dino de laurentiis'in üstlendiği, jean luc godard'ın yazıp yönettiği ve en çok eleştirildiği filmidir. fazla politik ve fazla şiirsel bulunmuştur. "teori mi, pratik mi?" sorusunun cevabını sakladığını düşündüğüm bu filmi hâlâ izlerken çok yoruluyorum.


    (ranini - 1 Şubat 2005 11:59)

  • comment image

    bazı arkadaşlar vardır yüzyüzeyken, rakı masasına bile geçmemişken dünya tatlısıdır hani. ama sonra insan görünce şımarır, getirir taşşağı yüzünüze yüzünüze vurur ya, godard'ın kariyerinde bu dönüşümün yaşandığı noktayı buldum sanıyorum. sene 1965. afedersiniz ama burda godard galiba olayın amına koymuş. nouvelle vague şakşakçılarının, avangarttı baboştu derken aha da elimize verdi dediklerini duyar gibi oluyorum. bu film şiirselse ben de corçbuşum, bu film politikse, özal sonrası türkiyesini harika yansıtmış diyorum. benim yönetmenim işini bilir. *


    (grapes of butcher - 26 Eylül 2005 23:26)

  • comment image

    şiirsel ve politik bir godard filmi. fransız sinemasını o dönemde bir hastalık gibi sarmış "ölümcül aşk" temasını, bu temayı en klişe şekilde yansıtan bir hikayeyle anlatmaya çalışır godard. yani bande a part soygun filmi janrının, a bout souffle bonnie and clyde misali kaçak aşıklar janrının godard'ın anarşik mizahının süzgecinden geçmiş versiyonlarıyla, pierrot le fou'da aynen o filmler gibi belli bir janr üzerine ve o janr üzerinden düşüncelerdir. (ölümcül aşk teması, les amants, jules et jim, 2 girls from wales ve vesair gibi bir sürü filmde karşımıza çıkan bir temadır). hikayenin kabacası şöyle:

    jean pierre belmondo, evli, monoton bir hayat süren bir fransız bireydir. hayatı öyle monotondur ki sinema tarihinin en absürd komik sahnelerinden birinde, belmondo'nun gittiği bir ev partisindeki tüm konuklar, aralarındaki sosyal diyalog babında, ezberden reklam metinleri okumaktadırlar. sonra yıllar evvel beraber olduğu, sonra kendisini gizemlice terketmiş, ortadan kaybolmuş anna karina ile karşılaşır. eşini ve çocuğunu hemen bırakıp onunla ıssız ada misali bir yere kaçar. ama anna karina'nın bir sırrı vardır, günün birinde ne idüğü belirsiz adamlar beliriverir, bir cinayet işlenir, karina tekrar ortadan kaybolur: geri döndüğünde belmondo'yu siyasi bir cinayet işlemeye yönlendirir.

    film bu izlek üzerinden gidiyor, ama sistematik bir teorisyen değil de, kaotik bir yıkıcı olan godard, hikayenin her ilerleyen noktasında kendini bir başka fikre kaptırıveriyor binbir türlü gönderme, dokunuş ve fikirle konudan sapıp, sonra bir yolunu bulup tekrar geri dönüyor: film temadan temaya sıçrayışlarında o derece radikal ki, herhalde godard'ın en doğaçlama çekilmiş filmlerinden biri olduğu izlenimine kapılıyoruz, yer yer irrite olmuş seyirciler olarak. ama zaten godard baştan aşağı mükemmel filmleriyle değil, içinde mükemmel kelimesinin açıklayamayacağı derecede dahiyane buluşlar içeren filmleriyle sevdiğimiz bir yönetmen. bu film de kendisinin bu özelliğinin doruğa çıktığı ama hayli yorucu bir film. başlangıçtaki "monoton hayat süregiderken birden çıkagelen gizemli eski sevgili" kısmını patır kütür ve hakkaten çok komik ayrıntılarla geçiştiren godard, insanlardan ırak doğa içinde yaşamaya başlayan iki sevgiliyi görünce hikayeden sapıp, insanlardan ırak yaşayan bir çiftle ilgili akla gelebilecek ne varsa çekiyor: hemingway usülü maço yazar ve egzotik karısı modeli bir ilişki portresi, erkeğin hantallığından ve asosyalliğinden sıkılan, tekrar insan içine çıkmaya çalışan kadın, "erkek düşünür, kadın hisseder" muhabbetleri... tüm bunlar ve benzerleri politiktir, ilişki politikasıdır, pierrot le fou godard'ın en olmasa da pek politik bir filmidir.

    şiirsel bir filmdir. godard'ın izleme, görme alışkanlıklarımızı yerle bir eden bir kadrajı, hayatımızda daha önce çok gördüğümüz şeyleri ilk defa tecrübe ediyormuşcasına insanı heyecanlandıran bir mizanseni vardır. filmin yazılı olanı, sesi, görüntüyü birbirine monte etme biçimi, ayzenşıtaynın "sinema tüm sanatların en üstünüdür, çünkü tüm sanatları içinde barındırır" lafını da hatırlatalım yerine gelmişken, tüm alışageldiğimiz, standart bellediğimiz sinema dilini yerle bir edip, "gülün adı"ndaki bir cümlede her dili bir cümlede kullanarak konuşan adamı hatırlatır ve ufkumuzu genişletir. istemediklerini hızlıca geçiştirmesi, istediği yerde birden müzikal sahnelerin girmesi, en bir dramatik sahnenin, alakaya çay demle, kafasındaki şarkıdan kurtulamayan bir delinin hikayesiyle kesilivermesi, biz tüm bunlara godard anarşisi diyelim, insana sinema denen meret ile yapılabilecek şeylerin ne kadar da fazla olduğunu gösterir, insan zekasına, duygusuna, zevkine olan kaybolmuş güvenimize bir umut ışığı oluverir. delirtmeyin beni.


    (caponsever - 10 Aralık 2005 04:23)

  • comment image

    manifestosu hizanın dışına çıkmak ideali olan godard'ın praxis'te bunu dillendirişinin doruğudur. ama bu hiza dışına taşmanın mahiyeti mühim, bunun hangi dereceye kadar meşru olduğu da bizim anarşizme hangi bağlamlarda ve hangi derecede ılımlı baktığımızla alakalı. tevatür o ki -bunlar türkçe'ye çevrilmediği için biz de hiza dışında kalıyoruz, şiirsellikten azade- 50'lerin sonunda cahiers du cinema ekibindeki birkaç genç, sinemanın gramer kalıplarını, karakterolojisini, dramaturjisini aynı sosyal süzgeç ve bant ve üretim ve algı sürecinden geçtiği için yeknesak hale gelişine bir meydan okuma olarak nouvelle vague adını verdikleri/adı verilen kuramı oluşturuyor, birkaç yıl zarfında da bu teorilerini pratiğe geçirmeye başlıyorlar.

    en azından godard'ın marksist bir dünya görüşü benimsediğini, filmlerinde gösterdiği ilişkilerin bir toplumsallıktan doğduğunu, örneğin aşkın koşullanımlarının bile statü - iktidar çerçevesinde oluştuğunu biliyoruz. (bkz: le mepris) bu minvalde godard, bu çarpıklığa işaret etmek için film gramerini ve karakterlerinin tavırlarını da mümkün mertebe standart algının dışına çekmeye, alışkanlıkları, algı ezberlerini bozmaya vakfeder sinemasını. ben kendimden öncekilerin algısıyla bakmıyorum ki aynı sinemayı üreteyim der ezcümle. o halde godard politik bir sinema üretmiştir demekte bir beis yok, adam sinemadan çıkınca kahraman olduğunu düşünenler gibi bakmıyor sinemaya, belli ki şu hayatta sokağa çıkıp yapıp ettiklerimizin yavaş yavaş bir örgü oluşturduğunu, bir üretim döngüsü, burdan bazı tepkilerle, sosyal hareketlerin yönlendirilmesi ve koşullandırmalar da dahil olmak üzere, bir yerlerde, bir şekilde sanat denen fenomenin oluştuğunu ve sanatın birkaç adım yukarda en maddi, hoyrat, bir garip döngüden behemehal etkilendiğini senden benden iyi biliyor. politik mi? politik.

    ama her godard filminde bu politikliğin mahiyeti değişiyor doğal olarak, le petit soldat'da doğrudan cezayir'le ilintili bir öykü, alphaville'de devletin dil'e hakim oluşu ve totaliterlikle alakalı değiniler var. politikanın filmografiye yayılışı tek yönlü olmadığı gibi homojen de değil. ama çoğu filminde mevcut olan ve ona atfedilecek bir sıfat var ki o da, kafamızda belmondo'da vücut bulan, bireyin herkese karşı tek başına tavrı. bu hizadışılık, mainstream'den uzak durma cool'luğu, sizi gidin ben gelmiyorumluklar, i'm nobody duruşları benim gördüğüm godard filmlerinin uçlarından sarkan bir halka. o halkalardan ipi geçirinceyse godard'ın filmografi kolyesi oluşuyor. peter wollen'ın tespiti bu noktaya cuk oturuyor, pek çok filminin finalinde territory'nin dışına çıkan kahraman. olay bu. adam doğrudan siyasi değil, sosyal olarak anarşik.

    sanıyorum çılgın pierrot'nun çılgınlığı çılgın sedat'ınkinden fazlaca ama siyasiliğine gelince çılgın sedat'ın da müzik dünyasında herkesten farklı bi duruşu var dersem alınmayınız. pierrot'nun toplumdan kaçışı elbette sosyal ve dolayısıyla politik bir harekettir ama bu politika, insana dair oluşuyla politiktir ve godard'ın anarşikliğiyle alakalı olarak politiktir. elbette costa gavras'tan radikal olmakla birlikte ondan daha dolaylıdır da godard. sanıyorum bu dolaylılığın derecesi arttıkça her filmin politik olarak nitelendirilebilme imkanı da artar ve işi kategorizasyonun tavsaması noktasına getirir.

    anarşizmi belli bağlamlar ve belli ılımlılıklar çerçevesinde makul görmek diyordum, godard'ın burada ifa ettiği maalesef sinemasal veya politik olarak hazmın, kabullenmenin veya rasyonalitenin ötesinde olduğu için bunu uçlara taşınmış bir deneme, yani bir mastürbasyon olarak görüyorum. en fazla neler yapabilirim denemesidir pierrot le fou. bu yüzden filmin bende bıraktığı en güzel imajın anna karina; en güzel sahneninse filmin doğasından tamamen azade, belki de en çok şiirsellik taşıyan bölümü, finaldeki sayıklayan amcanın monoloğu olduğunu ifade edebiliyorum ancak. ve illa bir pierrot seçmemiz gerekecekse, bu queneau'nun benzersiz pierrot mon ami'sidir diyorum.


    (grapes of butcher - 11 Aralık 2005 15:29)

  • comment image

    öncelikle cahiers du cinema çevresinde buluşan genç eleştirmen topluluğunun, misal almanya'daki yeni dalgacılar gibi (kluge'lerden, lemke'lerden, edgar reitz'dan bahsediyorum, fassbinder ve jenerasyonu sonradan gelir) "babanın sinemasına karşı" yeni bir akım başlatma amacı var mıdır? bilemiyoruz. babanın, holywood'un, sessiz sinemanın tüm filmlerini ezberlercesine izlemiş, saygı ve sevgisinden kırılan bir nesilden bahsediyoruz nihayetinde. yeni bir sinema dili arayışı, godard ve gibilerinde film yapmaya başladıktan sonra ortaya çıkmıştır. "a bout souffle", godard'ın beyanatlarına inanırsak, hüsrana uğramış bir gangster filmi denemesidir, bu hüsrandan sinema dili devrimi doğmuştur: rastlantı diyebilirsiniz, rastlantıya yön veren kabiliyet diyebilirsiniz; bana gerçekçi geliyor. godard'ın sistemli bir rejisör olmadığından bahsetmiştik, ben şahsen sistemli bir sinema dili devrimi yarattığını pek inandırıcı bulmuyorum.

    belmondo'nun, özellikle a bout souffle bağlamında toplum dışı anarşik tavrı son derece politik bir hikayeye işaret eder, bonnie ve clyde'ın politik olması gibi: sistem ve toplum, kendi dışına çıkanı kabullenmez, tükürür. bu işin bir yönü ama pierrot le fou'nun bu izlek üzerinden gittiğini söyleyebilir miyiz? eğer ki konsantrasyonumuz belmondo'nun anna karina için ailesini terkettiği anlardan itibaren aksamaya başladıysa evet, ama aslında hayır.

    "toplum dışına kaçan" adam resmi, filmde karikatürize ve palaspandıras verilir. godard toplum dışına kaçan anarşik aşıklar hikayesi değil, bir "ölümcül aşk" hikayesi anlatmaktadır. "uzaklardan geri dönen yıllar evvelinin gizemli sevgilisi" belmondo'yu monoton yaşamından sıyırıp alır, tekrar büyüler, kullanır atar, ve belmondo intikam alır. benzer izlekler için nasıl örnek vereyim? of all the gin joints in all the world, she has to walk into mine mı diyeyim? godard hikayesinin epik noktalarının farkında bir yönetmen olarak kendi kendine kurduğu kurguyu, yapıyı durmadan kendisi bozar. aniden başlayıp duruveren müzikler, araya giren arayazılar, bazı sahnelerde aksiyonun oynanmak yerine diyalogla verilmesi, veya en dramatik sahnenin finalde sayıklayan amcanın monoloğuyla kesilmesi gibi. tabii reel politik bir olaya göndermeyle ilerlememektedir film. bu açıdan bir tout va bien değildir. ama çok gördüğümüz bir politik gerilim hikaye kalıbını (femme fatale'in binbir numarasıyla kendisini teröristlerin oyuncağı rolünde bulan küçük burjuva adam, hiç olmasa john le carre'de var benzerleri) yeniden sunuşu, bu kalıba bakışımızı değiştiren tavrı ile apolitik bir film, özal sonrası türkiye filmi değildir.

    ha şiirselliğe girmiştik. ben godard ne yapsa şiirsel buluyorum. aşk çok kişinin hissettiği ve anlatmaya çalıştığı ve çok kişinin de anlattığı bir şeydir, ama şair gider öyle bir mısra yazar ki, sanki ilk defa ne olduğunu öğreniyormuşuz gibi hissederiz. sahilde binlerce insan yürümüş, yürürken konuşmuştur. sahilde yürüyerek konuşan binbir insanın filmi vardır; ama tutup bu iki insan konuşurken onları çekmek yerine kumdaki ayak izlerini çeken, bu izlerin gelen dalgalarla silinmesini gösteren bir tek jean luc godard vardır. sırf o an bile, filmi politik, şiirsel, toplumsal, varoluşçu, nihilist, trajik, komik yapmaya yeter.


    (caponsever - 14 Aralık 2005 05:38)

Yorum Kaynak Link : pierrot le fou