• "john fowles eserlerinin türkçeye çevrilmesine neden olan bir film, aynı zamanda bir roman."
  • "fowles, the magus'tan sonra, bana 2. tokatı atmıştır bu eseriyle.muhtemelen bu romanı okuyan her erkek bu şekilde hissediyodur.(bkz: charles yenilince biz de yenilmiş sayıldık)"
  • "bir fowles romanıdır.insan akşamdan kaldı mı iki türlü uyanır: ya kendini kötü hisseder ve zihni bulanıktır ya da kendini kötü hisseder zihni berraktır. diyen kitap"
  • "romanda geçen ortamı, karakterlerin ruh hallerini iliklerinize kadar hissedebildiğiniz kitaptır."
  • "kitabın başında, son bölümde sayfa karışıklığı olmadığının yazar ve yayıncı tarafından önemle belirtildiğine dair bir ifade bulunur."
  • "trt tarafından fransız teğmenin karısı şeklinde çevrilmiş film.*"




Facebook Yorumları
  • comment image

    bir fowles romanıdır.
    insan akşamdan kaldı mı iki türlü uyanır: ya kendini kötü hisseder ve zihni bulanıktır ya da kendini kötü hisseder zihni berraktır. diyen kitap


    (earendil - 30 Temmuz 2007 23:48)

  • comment image

    yazarın sürekli metin içerisinden kafasını uzatıp, okuyucuyla konuştuğu ve yabancılaşmayı hissettirdiği büyük yapıt. okurken sürekli kendi kendime "insan yaşamadığı bir dönemin ana hatlarını nasıl bu denli iyi bilebilir ve zamansal olarak ilerde olduğu bir toplumun alt ve üst yapısına nasıl bu kadar hakim olur?" gibi sorular sormadan edemedim. ancak john fowles yapıtlarıyla sohbet koyulaştığında aslında tüm bunların onun karakteristik yazın özellikleri olduğunu anlamak güç değil.

    kitabi cümleler de ne beter olmuş arkadaş


    (ddr - 10 Kasım 2007 22:24)

  • comment image

    romanda geçen ortamı, karakterlerin ruh hallerini iliklerinize kadar hissedebildiğiniz kitaptır.


    (theone - 4 Şubat 2008 11:10)

  • comment image

    basit bir hikaye olarak başlıyor: fowles’un the ebony tower'da işlediği ve bizzat tercüme ettiği eliduc’ta anlatılan, bir erkek iki kadın hikayesi. sonrası çok karmaşık, çok katmanlı ve çok güzel.

    diğer romanlarından daha ironik, yazarın daha müdahaleci olduğu ve daha kolay okunan, ama en az diğerleri kadar çok yönlü ve karmaşık bir roman. fowles’ın en çok değindiği temalardan biri olan yazarlık ve yazma meselesi burada da var. anlattığı hikayenin bir hikaye olduğunu, bir yazarı olduğunu, bunun olanak ve sorunlarını sürekli okuyucuya hatırlatıyor. yazar olmanın verdiği imtiyazlardan kaçınma konusunda okuyucunun yardımını istiyor. öyle ki, 3.bölüm’ü tamamen roman ve yazar meselesine ayırmış. bu bölüm, mantissa’nın kısacık bir versiyonu sanki.

    elbette, ondokuzuncu yüzyıl ingilteresine dair çok şey var:
    keskin sınıfsal çelişkiler, ekonomik güce sahip ancak soylularca hala aşağılan burjuvazinin kendinden nefret etmesi (219) , sanıldığının aksine kırsal sınıfların ve işçi sınıfının cinsellik ve ahlak anlayışının üst sınıflardan farklı olduğu (234-5) , hakim cinsel tutuculuk ve ikiyüzlülük... “what are we faced with in the nineteenth century? an age where woman was sacred; and where you could buy a thirteen-year-old girl for a few pounds-a few shillings, if you wanted her for only an hour or two. where more churches were built than in the whole previous history of the country; and where one in sixty houses in london was a brothel…” (231) …
    darwinizm tartışmalarının damgasını vurduğu, uzmanlaşma öncesi bir bilimsel ortam: “…and these two men still lived in a world where strangers of intelligence shared a common landscape of knowledge, a community of information, with a known set of rules and attached meanings. what doctor today knows the classics? what amateur can talk comprehensibly to specialists? these two men’s was a world without the tyranny of specialization…” (132)

    marx’la, marksizm’le, diğer kitaplarından daha fazla haşır neşir. kitabın açılışını marx’tan bir alıntıyla yapıyor: "every emancipation is restoration of the human world and of human relationships to man himself." zur judenfrage’den, şöyle de çevrilmiş: “her türlü özgürleşme, insan dünyasının ve insanın insanla ilişkilerinin onarılmasıdır.”

    başka epigraflar da var marx’tan, ya da şöyle eğlenceli pasajlar: “needless to say, charles knew nothing of the beavered german jew quietly working, as it so happened, that very afternoon in the british museum library; and whose work in those somber walls was to bear such bright red fruit. had you described that fruit, or the subsequent effects of its later indiscriminate consumption, charles would almost certainly riot have believed you -and, even though, in only six months from this march of 1867, the first volume of kapital was to appear in hamburg.” (16)

    fowles’un bu romanının feminist bir roman olduğu söylenmiştir. doğru, hem de çok temel bir anlamda: romanın ana kahramanı değilse de merkezi figürü bir kadın. sarah, güçlü, cesur, zeki; sınıfsal ve cinsiyet konumunun ona dayattıklarını anlayan ve bunlardan kurtulmaya çalışan bir kadın. ve charles’ı ‘uyandıran’, bilinçlendiren, hayata bakışını değiştiren de o. bu, fowles’un başka romanlarında da –kesinlikle daniel martin’de, a maggot’da ve hatta the magus’da - görülen bir tema. sarah, bir anlamda daha radikal bir feminist karakter. sınıfsal ve cinsel eşitsizliği aşmak için, bu konumların ona getirebileceği dışlanma ve aşağılanmayı sonuna kadar götürüyor, kendine orospu denmesini sağlayarak kendine bir alan açıyor (20.bölüm). sarah’a yönelik toplum/erkek tepkisi hiç şaşırtıcı değil. epeyi liberal ve darwinci iki erkeğin bile aklına gelen onu bir tımarhaneye kapatmak. özellikle de bir doktorun hemen histeri teşhisini koyması ve bunu yaparken verdiği örneklerin yansıttığı misojini çok manidar (28.bölüm).

    özgürleşmeye dair bir marx epigrafıyla başlayan roman bunun nasıl olabileceğine dair bazı ipuçları vererek bitiyor. bu ipuçları hem bireysel:

    “my poor charles, search your heart-you thought when you came to this city, did you not, to prove to yourself you were not yet in the prison of your future. but escape is not one act, my friend. it is no more achieved by that that you could reach jerusalem from here by one small step. each day, charles, each hour, it has to be taken again. each minute the nail waits to be hammered in. you know your choice. you stay in prison, what your time calls duty, honour, self respect, and you are comfortably safe. or you are free and crucified. your only companions the stones, the thorns, the turning backs; the silence of cities, and their hate.” (314)

    hem toplumsal:

    “to uncrucify!
    in a sudden flash of illumination charles saw the right purpose of christianity; it was not to celebrate this barbarous image, not to maintain it on high because there was a useful profit –the redemption of sins- to be derived from so doing, but to bring a bout a world in which the hanging man could be descended, could be seen not with the rictus agony on his face, but the smiling peace of a victory brought about by, and in, living men and women.” (315)

    a maggot'dan senelerce önce, fowles sosyalist-feminist bir kurtuluşa olan inancını gösteriyor.

    [alıntılar şuradan: fowles, john. the french lieutenant's woman. new york : a signet book, 1969]


    (ottoman vampire - 25 Mart 2008 23:27)

  • comment image

    bazı günler, uzun karamsarlık dönemlerim süresince arada sırada bazı zamanlar sabah anlamsız bir mutlulukla uyanırım.. belki bir gün belki daha kısa sürecek olan bir mutlulukla.. o an her şey daha bir güzel, hayat daha bir yaşanılası hal alır gözümde.. kitapta öyle bir paragraf var ki fowles insanüstü betimleme yeteneğini kullanarak bu anı mükemmel bir şekilde yazıya dökmüştür:

    "charles yatakta doğrulup gece takkesini çıkardı. sam'e camları ardına kadar açtırdı ve ellerine yaslanarak odaya dolan güneş ışığını seyretmeye başladı. bir önceki gün canını sıkan o hafif karamsarlık bulutlarla birlikte uçup gitmişti. ılık bahar havasının önü açık geceliğinden çıplak boynuna doğru onu okşayarak yol aldığını hissediyordu. sam ayakta usturayı bilerken buhar proustvari bir çağrışım zenginliğiyle davetkar davetkar yükseliyordu; sam'in getirdiği bakır tastan öyle mutlu günler, öyle gelecek, düzen, huzur, uygarlık vaatleri çıkıyordu ki. aşağıdaki parke taşlı yolda bir binici huzur içinde denize doğru at sürüyordu. biraz daha kuvvetli bir esinti penceredeki rüküş, kırmızı kadife perdeleri kımıldattı; ama bu ışıkta onlar bile güzel görünüyordu. her şey son derece güzel görünüyordu. dünya hep böyle, hep bu anki gibi olacaktı sanki."

    fowles'un the magus'tan sonra okumakta olduğum ikinci kitabıdır aynı zamanda ve hiç de derin olmayan edebiyat bilgim ve kültürüm nedeniyle, tıpkı ilk kitabı okurken olduğu gibi, göndermeleri takip etmekte oldukça zorlanıyorum.. ancak yazarın dili kullanmaktaki üstün becerisi ve güzel çeviri sayesinde okurken aldığım zevk muazzam..


    (koparnick - 8 Nisan 2008 17:34)

  • comment image

    kitabın başında, son bölümde sayfa karışıklığı olmadığının yazar ve yayıncı tarafından önemle belirtildiğine dair bir ifade bulunur.


    (mortimes - 26 Temmuz 2002 09:23)

  • comment image

    iki koldan bir alnımdan çakan roman. ayağıma prangalar vuran roman. aşk konusunda son derece samimi bir anlatı. yazarın araya girip yaptığı gevezelikler de harika. bir yandan roman ilerliyor ama öte yandan da john fowles sık sık araya girip şimdi şöyle de yapabilirdim ama böyle yaptım gibi şeyler yazıyor.

    madem ki, 14 şubat, madem ki sevgililer günü, sahte tüketim pompalamalarına karşı benim de yazacağım tek şey budur. yüzyılın en iyi aşk romanından parçalar.

    önce aşkla girelim;

    "sonunda ona bakabildi sarah. gözleri yaşlarla doluydu ve bakışı inanılmaz ölçüde çıplaktı. böylesi başkalarla hayatımızda sadece bir iki kere karşılaşır ve onları paylaşırız; içlerinde kelimeler erir, geçmişler çözülür, öyle anlardır ki en derin gereksinimlerimizin kesinliğiyle, çağlarının beşiğinin sadece aşk olduğunu anlarız. birleşen bu iki elde, bir başın diğer başın altına sokulduğu bu kör sessizlikte var olan aşk..."

    sonra edebiyatla devam edelim;

    "kurgu genellikle gerçeğe uygun olma iddiasındadır. yazar birbiriyle çelişen istekleri bir ringe koyup dövüşü tarif eder. -ama dövüşün nasıl biteceği bellidir, kendi tuttuğu kazanır. biz de roman yazanları bu dövüşü ayarlamaktaki ustalıkları (yani sonuncun önceden belli olmadığına bizi ikna etmeleri) ve hangi dövüşçüyü tuttuklarına göre yargılarız: iyi olanı mı, trajik olanı mı, kötü olanı mı, komik olanı mı, artık kimi tutuyorsa (...) ben de charles'a bakarken yeni bir dövüş ayarlamamak için bir sebep göremiyorum bu sefer."

    bir alakasız parantez açalım:

    anladığım kadarıyla fowles reklamcılardan pek hazzetmezmiş, kitabın en yavşak, en kötü karakterini reklamcılığın atalarından biri yaptığı yetmezmiş gibi ara ara giydiriyor;

    "şunu da unutmayın ki, insanlığın en büyük dehalarının hayatlarını reklam tanrısına adadığı çağımızın aksine, viktoryenler iyi malın kendini belli ettiğine inanırlardı."

    "onu mutsuz eden -çağımızda reklamcılık oyununa bulaşanların kurtulmayı başarmış olduğu bir kusur olan-vicdanıydı"

    zamanla ilgili müthiş bir tespiti de paylaşmasam olmaz şimdi:

    "zamana dair o büyük insani yanılsamayı olduğu gibi görmüştü, yani zamanın gerçekliğinin bir yolunkine benzediği yanılsamasını. -insanın gelmiş olduğu ve gideceği yerleri gördüğü bir yol- oysa zaman daha çok bir odaya benziyordu aslında: yani bize çok yakın olduğu için genellikle görmeyi başaramadığımız bir şimdi."

    buradan sonra marx'a da bağlanıyor üstad: "tarih amaçlarına ulaşmak için insanları kullanan birine benzemez. tarih insanların amaçlarını gerçekleştirmek için giriştiği eylemlerden biridir."

    kitap boyunca süren epigraflara da dikkat kesilmek gerek elbette. marx'tan, hardy'e, lewis carrol'a kadar herkes girip çıkıyor içine. orhan pamuk'un çok etkilendiği bir yazar olduğunu göze alırsak, özellikle kara kitap'ta arş-ı alaya varan epigrafçılığı fowles da görüp beğendiğini sezer gibi oluyorum ben.

    ve son olarak bir epigraf var ki, evet ben de dindar olabilirim dedirtiyor insana. "gerçek dindarlık, insanın bildiği şeyi yapmasıdır." (mathew arnold)

    çocuk kalbi'nin o korkunç baskısında, "bu kitabı çocuklarına okutmayan anne baba, anne baba değildir. bu kitabın girmediği okul, okul değildir" diye zorbaca bir kapak notu vardı ya... oradan hareketle, oradaki küstahlığı ödünç alarak, bu kitabı okumayan aşık, aşık değildir diyorum ben. saygılar.


    (ama arkadaslar iyidir - 14 Şubat 2009 12:51)

  • comment image

    hayatta okunacak en sağ gözterip, sol vuran romandır. ayrıca fowles'ın hobilerinden biri mineraller üzerine araştırmalar yapmakmış. bu da bize orhan pamuk'un şu sözlerini hatırlatıyor;
    "roman yazmak, kendi hikâyeni bir başkasının hikâyesi gibi, bir başkasının hikâyesini kendi hikâyen gibi anlatmaktır."
    anlayanlar anlamayanlara anlatsın.


    (frombillericay - 14 Mayıs 2012 21:41)

  • comment image

    bir roman yazılacak ve içinde aşktan ahlaka, allahtan mitolojiye, hristiyanlıktan evrime kadar birçok kavramı ve insana dair duyguyu barındıracak, bir de tüm bunları sürükleyici, etkileyici ve akıcı bir dille anlatacak, roman tekniği üzerine düşünülmüş birçok şeyi uygulayarak adeta bir keyif yolculuğuna çıkaracak denilse bu romanın adı the french lieutenant's woman olur.

    fowles çok şey biliyor ve bu bildiklerini orhan pamuk yavanlığında değil edip cansever yalınlığında ve inceliğinde anlatıyor ki bu da onu büyük bir yazar yapmaya yetiyor da artıyor. teknik ve kalıplarla öylesine ustalıkla oynuyor ki fowles bir zaman sonra kendinizi anlatının kollarına bırakıveriyorsunuz, ne tanrı yazar kalıyor, ne açık roman, ne vesaire. fowles, the collector, the magus gibi eserlerinden sonra bu büyük romanıyla da kanıtlıyor ki nobel edebiyat ödülü kesinlikle salt edebi ürüne verilmiyor, bu büyük ustaya nobelin verilmemesinin başka izahı yok zira.
    tüm bu sözleri fethi naci'ye öykünerek bitirecek olursak the french lieutenant's woman, hiç düşünülmeden roman tarihinin ilk onu arasında söylenebilecek eşsiz bir eser.


    (yeldegirmeni - 14 Eylül 2012 02:46)

  • comment image

    john fowles'in viktorya donemi ingiltere'sinde gecen, yuzeyde bir ask romani olarak gorunse de donemin ahlak ve felsefi anlayislarini sorgulayan, cok ince sekilde elestiren, toplumun birey uzerindeki baskilarini ortaya koyan muhtesem romani.."fransiz tegmenin kadini" seklinde turkce cevirisi de mevcut..
    romanin film uyarlamasinda meryl streep ve jeremy irons rol alir, bire bir uyarlamasi olmayip film icinde film seklinde cevrilip iki yasak ask hikayesini bir arada anlatip romanin deginmek istediklerini daha da carpici sekilde ortaya koyar..
    romanin her bolumunun basindaki quotelar da lezizdir, ozenle secilmistir, tada tat katar..


    (cressida - 10 Haziran 2001 23:31)

  • comment image

    büyüleyici bir john fowles romanı.

    kitabı okuduğum süreç içerisinde ve bitiminde her daim aynı şeyi yineledim: hem içerik hem de biçim açısından olgun bir roman. ayrıca kurgusu itibariyle tam bir postmodern klasiği. polisiye unsurlar, yüksek sesle kahkaha attıracak derecede güçlü bir mizah anlayışı, tutuculuğuyla ünlü viktorya döneminin sert eleştirisi, geçmişi ve şimdiki zamanı yan yana verme becerisi, thomas hardy gibi döneminin ünlü yazarlarına sürekli giydirmesi, etkileyici epigrafları, tanrı-yazar kavramına getirdiği farklı yorumları, deneysel finali ile oldukça eğlenceli ve güçlü bir roman.


    (kafkaesque - 16 Şubat 2015 02:20)

  • comment image

    fowles'ın 1967 yılında yazmaya başladiği romaninda tarih tam bir asir öncesini yani 1867'yi gösterir. konu ve çevre her ne kadar victoria döneminin özelliklerini taşisa da sarah başta olmak uzere romanin iki ana karakteri de 20inci yüzyıl zihniyetiyle düşünür ve öyle davranirlar. charles da ayni şekilde kendinden beklenmeyen şeyleri yapar romanda çünkü o da toplumun bir kurbanidir. kendi kararlarini kendi verir ve sonuçlarina da katlanir. bu iki karaktere karşit olarak da ernestina birkaç küçük ayrinti dişinda victoria dönemi kadini özelliklerini taşir. charles ile evlenip kendi ailesiyle onun ailesinin güçlerini birleştirmek istemektedir tam da o dönemde olmasi gerektiği gibi.

    varoluşcu* bakiş açisiyla yazdiği romaninda fowles ünlü 13üncü bölümde araya girer ve okuyucuya seslenir. roland barthes'in "yazarin ölümü" teorisini ortaya çikardiği zamanlara denk düşer tam da bu zamanlar. barthes artik yazarin bir metin için öncelikli ve tek kaynak olmadigini söyler. buna nispet yaparcasina fowles romanda zaman zaman araya girip olay hakkinda yorumlar yapar. ama garip bir şekilde karakterlerine bir çeşit özgürlük verdiğini söyler, onlar kendi kararlarini kendileri verirler. victoria döneminin herseyi bilen yazarina karşilik kendisi otorite değil karakterlerinin özgürlüklerinden yanadir. bu romanda karakterler konudan daha öncelikli hale gelmiştir ki bu 20inci yüzyilda kullanilan bir yöntemdir, karakterlerin davranişlarinin sebepleri roman ilerledikçe açikliğa kavuşur bu da konunun daha iyi anlaşilmasini sağlar.

    --- spoiler ---
    ilk başta sarah da victoria dönemi klişesi olan düşmüş kadini oynar gibi gelir ama o gercekte çok güçlü bir kadindir ve bu da onun seçimidir zaten. victoria döneminin kadina biçtiği rolden çok uzak olan sarah bu yüzden toplumdan kendi isteği ile dışlanmiştir çünkü ayakta kalabilmesinin tek yolu budur ancak toplumdan ayrilirsa varligini koruyabilecektir. o ne stratejik hareket etmektir, adamı nasıl avcunun içine almaktir inanamazsiniz.
    ---
    spoiler ---


    (mentirosa - 30 Kasım 2005 20:45)

  • comment image

    okumaktan korkunç keyif alınan john fowles romanı..
    tekrar okumanın ilkiyle aynı keyfi vereceği romanlardan..
    kitabı keşfetmemi sağlayan filmidir aslında ve film de kitap kadar ilgi çekicidir..
    tamamiyle kitaba bağlı değildir senaryosu..
    romanı yansıtırken, bir yandan bağımsızdır da ondan..
    romanı ve alternatif sonlarını, film içinde film izleterek 2 farklı hikayeyle yansıtır..
    charles ve sarah'ya, mike ve anna eklenir..

    -soon he no longer bothered to hide the nature of his intensions towards me.
    nor could i pretend surprise.. my innocence was false from the moment i chose to stay..
    i could tell you that he overpowered me.. he drugged me.. but it was not so...
    i gave myself to him...


    (cortona - 30 Kasım 2005 21:17)

  • comment image

    -- spoiler --

    fowles'un yalnizca victoria donemi ahlak yargilarini degil, ayni donemin her seyi goren, her seyi bilen, tanrisal bir bakisa sahip olan yazar anlayisini da dupeduz yerden yere vurdugu roman.

    her bolumun basina koydugu girizgahlar bir yana, fowles bu her seye hakim yazar isini o kadar abartir ki, romanin bir yerinde yazari ana karakterlerden birinin - charles'in - karsisina cikarir. yazar ve karakteri bir trenin vagonunu paylasirlar. charles'in kafasi karisiktir; yalniz kalip biraz dusunmek istedigi icin pat diye kompartmanina dalan bu densiz adama ters ters bakar. oysa o densiz adam, yazarin ta kendisidir ve basini bunca belaya soktugu karakteri ile ne yapacagini bilmedigi icin ona biraz yakindan bakmak istemektedir.

    -- spoiler --


    (cekirge - 15 Aralık 2005 11:04)

  • comment image

    viktorya dönemini içeriden değil dışarıdan izlemenin verdiği haz belki de bu kitabı bu kadar iştahla okutan. aynı şey yazarın üslubu için de geçerli. adam kesinlikle okuyucusundan yana. elinde patlamış mısırıyla ayaklarını uzatmış, film izler gibi sanki fowles. yorumlar yapıyor, alay ediyor, eğleniyor, sıkılıyor, espri yapıyor, ara veriyor. oluyor sana pastiche'in, deconstruction'ın feriştahı sonra. budur.


    (sir gawain - 24 Mayıs 2006 15:20)

Yorum Kaynak Link : the french lieutenant's woman