Süre                : 1 Saat 37 dakika
Çıkış Tarihi     : 29 Eylül 1978 Cuma, Yapım Yılı : 1978
Türü                : Komedi,Cinayet,Gizemli
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  Fawcett-Majors Productions , Melvin Simon Productions
Yönetmen       : Lamont Johnson (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Reginald Rose (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Farrah Fawcett (IMDB)(ekşi), Jeff Bridges (IMDB)(ekşi), John Wood (IMDB)(ekşi), Tammy Grimes (IMDB), John Glover (IMDB), Patricia Elliott (IMDB), Mary McCarty (IMDB), Laurence Guittard (IMDB), Vincent Robert Santa Lucia (IMDB), Beeson Carroll (IMDB), Eddie Lawrence (IMDB), Arthur Rhyris (IMDB), Jean-Pierre Stewart (IMDB), Terri DuHaime (IMDB), Sands Hall (IMDB), Joseph Culliton (IMDB), Dave Johnson (IMDB), Melissa Farris (IMDB), Jeremiah Sullivan (IMDB), Sloane Shelton (IMDB), Mary Alan Hokanson (IMDB), John Corcoran (IMDB), Mark Haber (IMDB), Elisha Rapson (IMDB)

Somebody Killed Her Husband (~ Ihanet çemberi) ' Filminin Konusu :
Somebody Killed Her Husband is a movie starring Farrah Fawcett, Jeff Bridges, and John Wood. A woman's husband is murdered and she and her lover must find the killer or stand accused of doing it themselves.


  • ""ilk özür dileyen en cesurdur, ilk affeden en güçlü, ilk unutan en mutlu." demiş. yemin etse başı ağrımaz."




Facebook Yorumları
  • comment image

    bayiliyorum kendisine.. bir sekilde dertsiz tasasiz, parali batili genclere hinduizm i, dogu felsefesini anlatmis bu yolda san sohret para ve kadin yapmistir.. hadisesi tamamen dil bilmesi üzerinedir. ha yanlis yalan soyler soylemistir demiyorum elbet dogrudur dediklerinin neredeyse cogu ama "osho mükemmel" diyip de konusanlar bir sekilde ondan baska alinti yapmayarak dogu felsefesi üzerinden fikir yürütenler eminim ki ayni zamanda evde yemek pisirmeye üsenip devamli disardan lahmacun soylemektedirler..

    dedigim gibi uzaktan kumandali dogu felsefesi yapmak isteyen batili genclere uzaktan kumanda olmus doguyu direk ayaklarina getirmistir.. kendisinin tipinin de bir sekilde aczimendi şeyhine benzedigini belirtmeden gecemeyecegim.

    her neyse yine de hippiler sonrasinda ve hatta john lennon sonrasnda bosalan uzaktan spirituel dogu sevgisi koltuguna parasiyla adaylar oturtmustur..

    dostlarim cok merakliysaniz dogu kültürüne ki mükemmel bir seydir. alin cantanizi cok bi para degil vize işlemleri hindistan ha zor da degil. gidin bakalim. felsefesini sevmeden önce kokusunu sevin bir, ganj a igrenmeden girebiliyor musunuz ona bakin bir ne bileyim otobus yolculugunda yaninizda oturan adamin tavugunun sizi gagalamasini sevin bir, sicagini sevin bir, yagmurunu sevin bir.. sonradan kendi felsefenizi olusturuyorsunuz zaten soho'nun disaridan gazlamasi olmaksizin.

    ama bana cok samimi gelmiyor insanlarin yatastan aldiklari yataklarda yatip, bira icmek icin 5 dk lik bakkala gitmeleri gerektigi bir ortamda, internetten manita düsürebildiginiz bir ortamda cikip "boş zihin tanrının çalışma atölyesidir" demek..

    özenti olmayin.. sevmez özentileri tanrı.. (ve masturbasyon yapisinizda her bir seferde bir kedicik ölür)


    (azuth - 5 Ağustos 2007 06:07)

  • comment image

    modern zamanin sahte gurularinin en unlulerinden ve zenginlerinden biri. oregon eyaletinde kurdugu, ozel guvenlik gucu ile korunan ciftliginde, suyunun suyu bir dogu mistisizmi ve ozgur seks soylemi ile binlerce amerikali murid edinmis, bunu paraya cevirmeyi de iyi bilmis, sahibi oldugu buyuk kisisel servetini de sergilemekten kacinmamis bir sahsiyettir. muritleri ile yaptigi iddia edilen orjiler, turk gazetelerinde bile yanki bulurdu hatirlarim 80'lerde.
    bioterorizm iddialarinin yani sira, ciftliginde islenen bazi diger suclardan ve gocmen yasasini deldiginden dolayi, abd'den kovuldu 1985'de ve 1990'da oldu..


    (willy van der kerkhoff - 12 Ocak 2003 20:23)

  • comment image

    eğitim sistemi hakkında sezgi adlı kitabında aşağıdaki hikayeyi yazmış bilge.

    bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelerek okul açmaya karar verirler.

    bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılanbalığı yönetim kurulunu oluştururlar. tavşan, müfredatta koşmanın bulunmasını istemektedir. kuş, uçmanın dahil olmasını; balık, yüzme- nin dahil olmasını ve sincap, ağaca tırmanmanın mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerektiğini söylemektedir. bütün bunları bir araya getirip, bir müfredat programı yaptılar. ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istediler.

    tavşan, koşu dersinde a alıyor olmasına rağmen, ağaç tırmanmak onun için çok ciddi bir sorundu. sürekli kafa üstü düşüyordu. bir süre sonra beyni hasar gördü ve artık eskisi gibi koşamadı. artık koşuda a almak yerine, c alıyordu. ve tabii, ağaç tırmanmada ise her zaman zayıf alıyordu. kuş, uçmada çok başarılıydı; ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değildi. sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyordu. bir süre sonra, toprak kazma notu hâlâ f olmasına rağmen, uçma notu c’ye düşmüştü. o da ağaca tırmanmakta çok zorlanıyordu.

    sonuçta, sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekâlı yılan balığı oldu. ancak eğitimciler çok mutluydu çünkü herkes bütün dersleri görüyordu. ve buna “geniş tabanlı eğitim sistemi” dediler.


    (advest - 27 Şubat 2011 17:33)

  • comment image

    "asla maske takma.!
    öfkeliysen öfkeli ol.
    bu risklidir, ama gülümseme, çünkü bu dürüst olmaz.
    tüm mekanizman ters yüz olmuş.
    çünkü kızmak istediğinde kızmadın, nefret etmek istediğinde etmedin.
    şimdi sevmek istiyorsun, aniden mekanizmanın çalışmadığını farkediyorsun.
    öfkesini bastıran insanlar hep çok yerler.
    öfkeli insanlar daha fazla sigara içerler.
    çünkü öfke tırnak ve dişlerden boşaltılır.
    sahici ol.!
    şimdiki zamana sadık kal.
    çünkü tüm yalanlar geçmişten ya da gelecekten içeri sızar.
    geçmişi bir yük gibi üzerinde taşıma;
    gereksiz yere de gelecekle uğraşma..!"


    (yin yang - 28 Eylül 2011 01:09)

  • comment image

    "ilk özür dileyen en cesurdur, ilk affeden en güçlü, ilk unutan en mutlu." demiş. yemin etse başı ağrımaz.


    (byron - 13 Ekim 2013 22:59)

  • comment image

    osho, felsefe okuyarak serserilik yapma hakkını elde etmiş bir ruhtur. yaşamı boyunca aykırı olmuş, serseriliği felsefeye dönüştürmüştür. kendisine yakıştırılan guru gibi sıfatlarla dalga geçmiş, anarşist ve provokatif bir mistiktir.

    93 rolls royce kuramı ile tüm dünya ile dalga geçmiştir. meditasyon ve doğu felsefesinin zenginlikten kaynaklandığını anlatabilmek için 93 rolls royce kuramını uydurmuştur. din ve bilimin ayrılmaz bir bütün olduğunu, bilim varken dine gerek olmadığını savunmuş ve dinsiz din anlayışını oluşturmuştur. osho'ya göre, artık doğu fakirdir ve meditasyon, zenginleşmiş batının yeni dinsiz dini olacaktır. son dönemlerde budizmi benimseyen ünlü ve zengin amerikalılar, osho'nun bu öngörüsünü doğrular niteliktedir.

    hayatı boyunca, bir şarlatan ve soytarı olmakla eleştirilmiş bu serserinin belki de tek mantrası bir jaina mantrası olan, "bilenin ayaklarına dokunuyorum" olmuştur.

    dürüstlüğünden emin olduğum tek spiritüeldir. gülümsemenin yanına kahkaha atmayı koyan ve meditasyonu "multiple orgasm" olarak tarif eden tek kişidir. 1990 yılında öldüğünde, bir hindu gibi yakılmıştır.
    (bkz: meditatif yasamak)


    (atlantis - 2 Ağustos 2004 11:29)

  • comment image

    osho'nun nelerden bahsettiği ve felsefesinin neye yaradığı ile de ilgilenebiliriz. oraya da geliriz ama burada öncelikli konumuz bu değil.
    şimdi inceleyelim:
    osho ulaştığı aydınlanma doğasına 96 rolls royce ile mi dönmüştür? kendisinden rahatsız olan (diyelim ki hristiyan kapitalist) sistemin karşısında bir devrimcinin portresi mi bu, yoksa sistemin kendisinden faydalanmak adına kaynakların kullanımını kendinden yana çevirebilme kurnazlığı mı?

    nisargadatta maharaj lüks bir otomobile sahip değildi ve evinde ücretsiz görüşmeler yaptı. ramana maharshi'nin yalnızca bir sincabı vardı. bir gurunun lüks için ne gibi bir ihtiyacı olabilir? bir taşla tahtındaki kadar mutluysa....

    ama osho hakkında yazılabilecekler bununla bitmiyor.
    silahlı muhafızları, lüks araç filoları, milyon dolarlık saati, kadın takipçilerinin ona olan sadakatini cinsel yoldan suistimal etmiş olması, fakirlerden nefret etmesi, kendisini “zengin elitlerin gurusu” olarak ilan etmesi, saf insanların manevi bir hayat arayışından faydalanarak yaptığı yolsuzluklarla yok ettiği tüm paralarını aldığı takipçileri, hakimiyeti altına almak istediği yöre halkına politik yönden baskı kuramayınca onları biyolojik silahla bertaraf etmeye çalışmaktan hüküm giymiş olması... bütün bunlara rağmen bu adam hakkında hala pozitif duygular besleyebiliyor olmak benim kolay anlayabildiğim bir şey değil.

    kaldı ki osho'nun yazdıklarının bir kısmını da okudum. satmaya çalıştığı fikirlerin hiç birini ilk kez ondan öğrenmedim diyebilirim. bu adamla aydınlananlar kanımca yeterince okumuyorlar. sonuç olarak fikirleri felsefe tarihine yeterince aşina olmayanları etkileyebilir. fayda da sağlayabilir ama yazdıklarından (ya da konuşmalarından müritleri tarafından derlenenler mi demeli) gerçek bir felsefe bile çıkmaz. eklektik, sistematikten ve nesnel temelden yoksun bir fikirler yumağıdır. zaten bunu kendisi de teyid etmektedir. şöyle demiş:

    "felsefe bir hastalıktır, sıradan bir hastalık da değil, basit bir soğuk algınlığı değil, kanserdir - ruhun kanseri. bir kişi felsefe ormanında kaybolduktan sonra sözcüklerle kavramlar, soyutlamalarla dolaşır durur ... felsefenin tamamı bir zihin oyunudur, zihin onun aracılığıyla gerçeklere ulaşmaya çalışır. oysa gerçek, yalnızca bilinçsiz bir haldeyken bilinir; bu yüzden filozof gerçeği asla bilmez; felsefe tamamen düşürülmedikçe, ne hakikatin ne de tanrı'nın ne olduğunu bilinebilir."

    şimdi bunu okuyan ve felsefeyi bilmeyen, felsefe tarihini yeterince irdelememiş biri iki yanılgıya düşebilir kolayca:
    - bunlardan ilki felsefenin gerçekten gereksiz olduğudur. oysa osho'nun fikirleri doğru bile olsa bunları değerlendirmenin tek yolu ondan önceki ve sonraki fikirleri bilip anlamaktan geçer.
    - ikincisi ise osho'nun fikirlerinin orijinal olduğudur. oysa örneğin yukarıdaki sözleri felsefeyi aynı biçimde zararlı bulan imam gazali'nin (1058 - 1111) görüşleri ile çok yakın bir benzerlik taşımaktadır.

    bu tür fikirler, sadece sorgulamanın önünü kesmek isteyen, biri tarafından öne sürülebilir. kendi fikirlerinin doğruluğunu sınamak için bile başka düşünürlerin bilim insanlarının görüşlerini araştırmamızı istemeyen bir kişi iyi niyetli sayılabilir mi? insanlığın düşünce tarihi boyunca yarattığı bir kocaman bibliyografyayı bir kenara atmamız karşılığında bize gerçek bilginin kaynağı olarak gösterebildiği nedir? kendi öğretisi mi?
    burada onun da ipucunu buluyoruz:
    “gerçek, yalnızca bilinçsiz bir haldeyken bilinir.” bunu onun şu sözünden çevirdim:
    "the truth can be known only when you are in a state of no-mind"

    şimdi burada da iki sıkıntı var:
    - birincisi osho'nun "state of no-mind" dediği bir konum var mıdır? bilimin hiç bir şekilde desteklemediğini bir kenara bıraksak bile, spiritüalizmin bir takım önemli insanları bile böyle bir durumun var olamayacağını söylüyor:
    örneğin u. g. krishnamurti var. bu bilge bir aydınlanmanın varlığından bahseden bir başka "guru" jiddu krishnamurti'yi (kı bu arada jiddu ve osho birbirlerini hiç sevmezler) uzun süre takip ettikten sonra ya da "zihninde düşüncelerin akışı durdurulamaz" ve "aydınlama diye bir şey yoktur." olarak özetlenebilecek "mind is a myth" eleştirisiyle tüm dinsel, mistik ve benzeri öğretileri çöpe atılası addetmiş. (bu arada u.g.'nin ömrü boyunca kimseden tek kuruş para talep etmediğini, konuşmalarından derlenenlerden telif ücreti almayı reddetmesi bir yana bunların derlenecek değer dahi taşımadığını iddia ederek basılmalarına karşı çıktığını da belirteyim)

    - ikinci sıkıntı ise kanımca daha büyük. zira osho'nun tarihin başından beri sıklıkla iddia konusu olmakla birlikte bugün bilimin tamamen tersine kanaat bildirdiği bir kavramdan, "mutlak gerçeklik"ten bahsediyor olması.

    toparlarsak:
    1) ortada hiç bir kanıtı bulunmayan bir varlığa ilişkin o çok eski iddia var!
    2) bir abimiz çıkıp buna öyle akılla bilimle falan ulaşılamayacağını tek yolun "state of no-mind" olduğunu söylüyor.
    3) ona göre bunun tek yöntemini de kendisi biliyor.
    sonuç:
    “aşk ile allah allah
    vur tefe, vur zile, yallah
    cihan da böyle yanıyor, yansın
    yosmam salla!
    salla, salla;
    gül memeler çağlasın!
    salla salla;
    yer yerinden oynasın”

    buraya kadar herifin bir sahte peygamber bir şarlatan olduğuna ikna olmadıysanız ve "yanlısı da degilim karşı da durmuyorum. olabilir böyle şeyler.. hiç değilse kimsenin ölmediği öldürülmediği savaşmadığı hedonist biz felsefe. zararı yok" diyorsanız, bu hedonist sevgi pıtırcığının, 1984'te komşu eyalet dalles’te eyalet seçimlerini etkilemek üzere biyolojik silah kullanmaktan hüküm giymiş olduğunu öğrenin.

    ilgi vikipedya sayfası ve bilumum başka kaynaklara göre:
    rajneeshpuram'da bulunan osho rajneesh'in daha önce antelope, oregon'u siyasi kontrolü altına almış takipçileri, kasım 1984'te wasco county circuit court'ta da seçime girecek üç sandalyeden ikisine göz dikmişler. yeterli oyu kazanamayacaklarından korkmaya başlayınca, wasco county'deki en büyük nüfus merkezi olan dalles'deki seçmenleri etkisiz hale getirme kararı almışlar. seçilen biyolojik ajan salmonella, su bardağı yoluyla iki il komisyon üyesi'ne, ve daha sonra büyük bir ölçekte salat barlarına ve salata sosuna verilmiş. abd’nin teyit edilmiş ilk biyolojik terör saldırısı olarak tarihe geçen bu eylemde 751 kişi zehirlenmiş ve 45’i hastanelik olmuş.
    siz hala “hayır o yapmamıştır, iftiradır” diyebilirsiniz. ama suç kesinleşince avukatları anlaşmaya gitmiş. kesinleşen 10 yıl mahkûmiyet kararı, 5 yıl gözaltı ve $400,000 para cezası ve ülkeden ihraca dönüşmüş. abd'den atılmış. 21 ülke ise kendisin istenmeyen kişi ilan ederek sınırlarına almamış. (mahkemedeki ses kayıtlarının dökümünde hitler’e ve insanlık dışı çeşitli yöntemlerine övgüleri de ayrıca şaşkınlık verici).
    böylece oregon komünü çökmüş, müritleri kitaplarını yakmış, o da dini lider olduğunu inkâr etmiş. kendi müritlerini ihbar etmiş vs. (suçları arasında bir eyalet savcısına karşı suikast planı hazırlamak da var)

    yeniden hızla toparlayalım:
    1) fikirleri içinde orijinal olanı yok
    2) pek çoğu nesnel kanıttan yoksun bir gizemcilik ve osho'nun sadece kendi bildiği yollara dayanan bir aydınlanma içeriyor
    3) sadece bu yüzden benzer bir şekilde aydınlanmadan bahseden jiddu krishnamurti gibi diğer spritüellerle de kavgalı
    4) bilimi ve bilimsel bulguları tamamen kendi menfaatine yorumluyor. işine gelenleri kabul edip, gelmeyenleri lanetliyor.
    5) felsefeyi aklın kanseri olarak yorumluyor
    6) öğretisi bir mürid/mürşit ilişkisine dayanıyor. ama bu giderek en yoz biçimiyle müridlerin zihnen, manen, madden, bedenen ve hatta cinsel yönden istismarına kadar gidiyor.
    7) bu esnada kendisi giderek zenginleşiyor, bırakın lüks yaşamayı tamamiyle ısrafa kaçan bir gereksiz bolluk ve gösteriş içinde yüzmeye başlıyor. zenginleştikçe lüks yaşamı ve zenginliği kutsayan söylemleri artıyor.
    8) hakimiyetini pekiştirmek adına suç işlemekten çekinmiyor. bu yüzüne vurulduğunda kendisini “zorba the buddha” olarak tanımlıyor.

    şimdi biz bunları yazıp anlatmaya başlayınca, çevremizi saran mistiklerin, "ego tatmini", "kendini kanıtlama çabası" gibi ad hominem ithamlarıyla karşılaşmaya o kadar alıştık ki benim gibilerin meseleye tamamen alakasız başka bir noktadan bakmakta olduğumuzu anlatmanın zorluğu artık vız geliyor. o da bizim gibilerin gerçekleri, bizi acıtacaklarını bile bile araştırıyor ve bunun için önümüze konulan her bilgiyi sınıyor ve sorguluyor oluşumuz!
    dolayısıyla asla emek verip öğrenmeyeceği, merak duymayacağı, araştırma ile öğrenilmiş gerçeklerle değil “anlık mutlu eden söylemlerle” avunan insanlar var ve bunlar çevremizi tamamen kuşatmış durumdalar. dahası internet çıkalı beri bu kuşatma daha da yakından hissedilir hale geldi. üstelik bunlardan bir kısmı bu sözde aydınlanmadan bahsederken bizim tırnak içinde "gerçeklere kapalı” olduğumuzu iddia ediyorlar. bir insanın belli deneyime sahip olmadığını (ya da kapalı olduğunu) öne sürerek tartışmada üste çıkmaya çalışmaksa adı konulmuş bir safsatadıır (appeal to accomplishment). bu hususta michael shermer, şöyle der: “hem olumlu hem de olumsuz sonuçları teorinizin kanıtı olarak gösterecekseniz, onun geçerli bir tez olup olmadığını neye göre belirlememizi bekliyorsunuz? aslolan şüphe duymak ve sorgulamaktır, çünkü ispat yükü iddia edenin üzerindedir, şüphecinin değil!”

    oysa platon'dan bu yana idealistlere göre, gerçek (realizm) olarak adlandırılan, aslında gerçek dünyada hiçbir kanıtı ve karşılığı bulunmayan bir evren. bu evreni onlara kim taahhüt ediyorsa peşine takılmakta tereddüt etmiyorlar. osho gibi bir şarlatanın kendisine 96 rolls royce alabilecek hareket alanı bulmasını sağlayan da sizin de doğru tespit edebildiğiniz vechile tam olarak bu.
    ama ona bu hareket alanını sağlayan sığlık, yaşamımızı yönlendirecek doğru bilgiye bilimi ve aklı öne alarak, sorgulayarak, öğrenerek ve araştırarak ulaşılabileceğini düşünen bizim gibilerin yaşam alanını kısıtlamakla kalmıyor, bundan çok daha acıklısı toplumsal alanda gerçek bir aydınlanmanın da önünü tıkıyor.
    gerçek dünya acıdır. bunu bebekken devrilip kafamızı sehpanın kenarına vurduğumuz anda deneyimlemeye başlarız. ama onun zorlukları ile mücadele kafamızı kuma gömüp mucizevi solüsyonları bize kaktırarak zengin olanların şarlatanlıklarına alet olmakla olmuyor. çünkü evren bize uyum sağlamayacak kadar kendine ait kuralları yasaları olan bir yer. aydınlanma ise o kural ve yasaları iyi öğrenip yaşamımızı, doğrularımızı gerçeklere olabildiğince yakın kılmaya çalışmaktan geçiyor.

    https://en.wikipedia.org/…jneeshee_bioterror_attack
    https://www.youtube.com/watch?v=h0o9ik8bxm8
    http://osho-provokator-mistik.blogspot.com/…gi.html
    (bkz: #70474800)


    (andrew - 15 Eylül 2017 20:28)

  • comment image

    "osho, sizin öğretileriniz ve doktrininiz nelerdir?" sorusuna uzunca şöyle bir yanıt vermiş üstad :

    ben bir doktrin öğretmiyorum. doktrin öğretmek anlamsız­dır. ben bir filozof değilim; zihnim felsefi değil. felsefe insanı hiçbir yere götüremez, götüremedi de. düşünen, sorular soran zihin öğrenemez.
    bir sürü doktrin mevcut. ama her doktrin bir uydurmadır. in­sanların yarattığı bir kurgudur. bir keşif değil bir icattır. insan beyni sonsuz sistemler ve doktrinler yaratacak kapasitededir. ne var ki gerçeği teoriler yolu ile bilmek imkansızdır. tıka basa bil­gilerle dolmuş bir zihin cahil kalmaya mahkumdur.
    aydınlanma bilginin bittiği noktada gelir. iki olasılık vardır: ya bir şey üzerinde düşünürüz ya da ona varoluşçu yoldan yak­laşırız. bir insan ne kadar çok düşünürse, bulunduğu yerden ve andan o kadar uzaklaşır. bir şeyin üzerinde düşünmek onunla teması yitirmek demektir.
    işte bu yüzden benim öğretim anti-doktrinsel, anti-felsefi ve anti-spekülatif deneyimdir. olmak, yalnızca olmaktır. açık ve korunmasız bir biçimde her şeyle bir olmak. ben buna meditasyon diyorum.
    bilgi insanı yalnızca kurgulara, yansıtmalara götürür. gerçe­ğe ulaşmanın bir aracı olamaz. ama gerçeği bir kere yakaladığı­nızda bilgi bir iletişim, bilmeyen bir kişi ile o bilgiyi paylaşma aracı olabilir. ancak o zaman doktrinler, teoriler ve dil işe yarar. yine de yetersizdirler. sonuçta yanıltıcı olmaya mahkumdurlar.
    varoluşçu yaklaşımla bilinen hiçbir şey tümüyle ifade edile­niz. bildiğimi ifade ettiğim an o, sözcükler halinde size ulaşır ama anlam geride kalır. size ulaşan ölü bir sözcüktür. bir bakı­ma anlamsızdır çünkü asıl anlam deneyimin kendisindedir.
    demek ki bilgi bir ifade aracı olabilir ama bilmenin bir yolu olamaz. bilen bir zihin bir engeldir çünkü bildiğinizde alçakgö­nüllü olamazsınız. bilgi ile dolu olduğunuzda içinizde bilinme­yene yer kalmaz. zihin boş olmalıdır, boşluk olmalıdır, tıpkı bir rahim gibi tümüyle alıcı olmalıdır.
    bilgi sizin geçmişinizdir. o öğrenmiş olduğunuzdur; hafızanızdır, birikiminizdir, malınızdır. birikim ise bir engeldir, sizin­le yeni olanın, bilinmeyenin arasına girer.
    bilinmeyene açık olabilmek için alçakgönüllü olmalısınız. insan cehaletinin sürekli farkında olmalıdır. her zaman bilinme­yen bir şeyler olduğunu bilmelidir. anılara, bilgilere, kitaplara, teorilere, doktrinlere ve dogmalara dayanan bir zihin egoist olur, alçakgönüllü olamaz. size alçakgönüllülüğü bilgi değil ancak sonsuz bilinmeyenler getirebilir.
    demek ki hafıza bir kenara bırakılmalı. anılarınız olmama­lı demiyorum ama bir deneyimin yaşandığı anda hafıza orada ol­mamalı. o an açık, savunmasız bir zihne gereksinim var. bu bomboş olma, boşluk anı meditasyon, dhyana'dır.
    deneyimin kendisi doktrin haline gelmez mi?
    deneyim başkalarına ancak negatif olarak aktarılabilir. onun ne olduğunu anlatamam, ne olmadığını da anlatamam. dil ancak onun ne olmadığını ifade edebilir. dilin onun ne olduğunu ifade edemediğini söylerken bile onu ifade etmekteyim. hiçbir doktri­nin geçerli olmadığını söylediğimde, bu benim doktrinim olu­yor. ortaya bir şey atıyor değilim; bir şeyi inkar ediyorum. ha­yır denebilir; evet denemez. evet yaşanmalıdır.
    bilgiden geriye bir inanç kalmışsa bu inanç boşluğa, meditasyona ulaşmayı engelleyecektir. insan ilk önce geçmişin, bili­nenlerin, zihindeki bilgilerin boş olduğunu kavramalıdır. bilin­meyene, gerçeğe ulaşmakta bilgi yararsızdır.
    ya öğrenmiş olduğunuz bilgilerle özdeşleşirsiniz ya da onla­rı izleyen bir tanık olursunuz. özdeşleştiğinizde, siz ve hafızanızdakiler bir olursunuz. ama aksi durumda -anılarınıza uzaktan bakıyorsanız, onlardan ayrıysanız, özdeşleşmiyorsanız- kendini­zin anılarınızdan farklı bir şey olduğunuzun farkına varırsınız. bu farkındalık bilinmeyene giden yoldur.
    bilgilerinizin bir izleyicisi, bir tanığı oldukça (kendinizi bi­len olarak görmedikçe) egonuzun bu bilgileri ele geçirme olası­lığı azalır. siz anılarınızdan ayrı bir varlık oldukça, onlar yalnız­ca bir toz birikintisi olarak kalır. onlar deneyimlediğiniz ve zih­ninizin bir parçası olan şeylerdir ama bilinciniz farklı bir şeydir. anımsayan anımsanandan, bilen bilinenden farklıdır. bu ayrımı açık seçik yapabildiğiniz oranda boşluğa yaklaşırsınız. sizinle bilinmeyenin arasına giren anılardan kurtulursunuz.
    boşluğa ulaşılabilir ama boşluk oluşturulamaz. oluşturursanız, bu eski zihniniz, bilgileriniz tarafından yapılmıştır. bu yüz­den onu oluşturmanın bir metodu yoktur. metot dediğimiz an­cak bilgi birikiminden çıkar. metot kullanıyorsanız bu, eski zih­ninizin devamı olur. ama bilinmeyen size bir devamlılık olarak gelmez. ancak devamsızlığın yarattığı bir boşluk olarak gelir. işte o zaman bilinenin, bildiklerinizin ötesindedir.
    bu yüzden burada metot, metodoloji olamaz. yalnız "ben ve birikimim ayrı şeyleriz" bilinci olabilir. bu kavranırsa, boşluğu oluşturmaya da gerek kalmaz. istenen oldu! siz boşluksunuz! hem de bu konuda hiçbir şey yapmanıza gerek kalmadan.
    boşluğu yaratamazsınız. yaratılan bir boşluk boşluk olmaz. o yalnızca sizin yarattığınız bir şeydir. sizin yarattığınız bir şey ise asla hiçlik, boşluk olamaz çünkü onun sınırları olacaktır. onu siz yarattınız, bu yüzden o sizden fazla, sizin zihninizin öte­sinde bir şey olamaz. boşluğu oluşturamazsınız. ancak onun alıcısı olabilirsiniz. onu almaya ise yalnız negatif biçimde ha­zırlanabilirsiniz. bu hazırlık öğrendiğiniz, bildiğiniz her şeyin boş ve anlamsız olduğunu bilmek ve onlardan ayrı olmak anla­mındadır.
    yalnız bu farkındalık ve bu düşünce tarzı sizi o ürkütücü, o her an var olan boşluğa atabilin artık sizinle onun arasında bir engel kalmadı. o an ile birleştiniz, sonsuzlukla, sınırsız olanla bir oldunuz.
    o anı bilgiye dönüştürdüğünüz saniye, o da hafızanızın bir parçası haline gelir ve kaybolur. onun için kimse "bildim" diye mez. insan onu ne kadar deneyimlerse deneyimlesin, bilinme­yen bilinmeyen olarak kalır. onun cazibesi, güzelliği ve çekici­liği hep aynı kalır.
    bilme eylemi sonsuza dek sürer. bu yüzden kimse "oraya ulaştım" diyemez. böyle söyleyen yine anılar ve bilgi kalıpları­na geri döner. o zaman o kişi ölür. bilginin açıklandığı an ölüm anıdır. yaşam sona erer. yaşam hep bilinmeyenden gelir, bilin­meyene doğru gider. öteden gelir ve öteye yol alır. işte bu ne­denle bana göre gerçek dindar bir insan bildiğini iddia eden de­ğildir. bilgiye ulaştığını iddia eden kişi bir teolog, bir filozof olabilir ama asla bir dindar olamaz. bir zihin dindar olduğunda nihai gizemi, cehaletin sonsuz coşkusunu ve vecdini kabullenir.
    meditasyon, yani boşluk anı oluşturulamaz ve yansıtılamaz. zihninizi durduramazsınız. bunu yapıyorsanız ya onu uyuştur­muş ya da hipnotize etmişsiniz ama bu boşluk değildir. boşluk gelir; asla yaratılamaz, asla getirilemez.
    bu yüzden hiçbir metot öğretmem. metotlar, teknikler ve doktrinler söz konusu olduğunda ben bir öğretmen değilim.
    bizi ikna ettiniz. oluşan bu kanımızı deneyime nasıl dönüştü­rebiliriz?
    bunun nasılı yoktur çünkü nasıl sorusu bir metodu ima eder. yalnızca bir uyanış vardır. beni dinlerken içinizde bir şeyler uyanıyorsa, o deneyimi yaşarsınız; bunu hissedersiniz. ben sizi ikna etmeye çalışmıyorum. entelektüel düzeyde ikna olmak ger­çek anlamda ikna olmak değildir. ben yalnızca bazı şeyleri size aktarmaya çalışıyorum.
    söylediklerimle neden ikna oldunuz? bunun iki nedeni ola­bilir: ya ileri sürdüğüm fikirler sizi ikna etti ya da söylediğim şeylerin sizin de gerçekleriniz olduğunu gördünüz. benim fikir­lerim sizin de kanılarınız haline geliyorsa, o zaman nasıl soru­sunu sorarsınız. ama söylediklerimi deneyimliyorsanız, gerçek­liklerini içinizde hissediyorsanız, o zaman o bilgi benden ayrı bir şeydir. ben size hiçbir bilgi sağlamıyorum. bütün olan, ben konuşurken deneyimlediklerinizdir.
    zeka ikna olduğunda "nasıl?" der. "bunu yapmanın yolu ne­dir?" bilmek ister. ama ben size hiçbir doktrin vermiyorum.
    yalnızca kendi deneyimlerimi anlatıyorum. hafızanın bir biri­kim olduğunu -ölü olduğunu, geçmişin bir tortusu olduğunu-söylediğimde onun geçmişin sizde bıraktığı bir parça olduğunu ama sizin ondan ayrı bir şey olduğunuzu anlatmaya çalışıyorum. söylediklerimi içinizde hissediyorsanız, kendinizle anılarınız (bilinçliliğiniz ve hafızanız) arasındaki mesafeyi biraz olsun görebiliyorsanız işte bu, burada ve şimdi olandır. bir şey oldu ve bu bir şey ardı ardına her saniye size gelmeyi sürdürebilir. bu bir metot aracılığı ile değil, farkındalığınız ve kendinizi sürekli bu konuda uyarmanız ile mümkün olur.
    artık bilinçliliğin bilincinizin içeriğinden farklı olduğunu bi­liyorsunuz. bu (art arda) -yürürken, konuşurken, yerken, uyur­ken- anlık farkındalıklar haline gelirse o zaman bir şey olur. zih­nin yalnızca bir bilgisayar, anıları biriktiren bir mekanizma oldu­ğunu ve sizin bir parçanız olmadığını aklınızdan çıkarmazsanız o zaman sırf bu farkındalık bile bu bir şeyin size olmasını sağlar.
    ne zaman, nasıl ve nerede olacağı hiç bilinmez. farkındalık ise sürdükçe derinleşen bir şeydir. bu kendiliğinden olur. zeka­dan kalbe, içsel zihninize geçer. yavaş yavaş bilinçüstünden bi­linçaltına kayar. ve sonunda bir gün tümüyle uyanırsınız; bir şey olmuştur, yapay olarak oluşturulmamıştır, hatırlamanın bir yan ürünüdür. hiçbir doktrin buna neden olmamıştır. siz içiniz­deki bir gerçeğe uyandınız, içinizde bir vizyon gördünüz. bir şey içinizin derinliklerine girdi.
    o, zamanı asla tahmin edilemez, bilinemez an, bir patlama gibi gelir. artık siz yoksunuz. zeka yok, hafıza yok, mantık yok. yalnız bilinçlilik var: hiçliğin, boşluğun bilinci. ve bu boşluk bilgidir. ama bambaşka bir bağlamdaki bilgi. artık bilen ve bi­linen yok. yalnız varoluşçu biliş var.
    boşluğun içinde ne vardır? boşluk nedir? bunlar anlatıla­maz. yalnızca ona geçiş tanımlanabilir. ifade edilebilen bu ge­çiş bir metot olarak algılanmamalıdır. ortada uygulanacak bir şey yok.
    hazırlık olarak önerebileceğiniz belirli bir yaşam biçimi var mı?
    farkında olduğunuz an tüm yaşamınız, tüm yaşam biçiminiz değişir. ama bu değişiklikler size gelir, bu konuda pratik yapıl­mamalıdır. bu şey için pratik yapmaya başladığınızda o taşıdığı önemi yitirir. bunun için, değişim size kendiliğinden gelmeli.
    tüm yapılması gereken boşluğu arzu edemeyeceğinizi kav­ramaktır. bu sözlerdeki çelişki varoluşçu bir çelişkidir. onu arzulayamazsınız çünkü o arzu eski zihninizden, bilgilerinizden gelir. bütün yapabileceğiniz ne olduğunuzun farkında olmaktır. bunu yapabildiğiniz an bir bölünme, bir ayrılma meydana gelir. şimdi benliğinizin bir bölümü artık geri kalan bölümü ile özdeşleşmiyor.
    o zaman iki bölüm ortaya çıkar: biri hafıza, zihin, diğeri ise bilinçlilik, altmandır.
    beni dinlerken aynı zamanda kendi içsel zihninizi de dinle­mek zorundasınız. bu daima böyledir. benim söylediklerim, sizdeki "ben"in, sizin bilgilerinizin ve birikiminizin bir parçası oluyor. bilgi daha fazla bilgi ister, nasılı, metodu arar. bir me­tot gösterildiğinde ise bu da bilgi birikiminizin bir parçası olur. sizdeki "ben" güçlenir, daha bilinebilir hale gelir.
    ben, sizdeki "ben"i vurgulamıyorum, benden söz etmiyorum çünkü o zaman iletişim birleşmeye yol açmaz. bir tartışma ola­rak kalır, diyaloga dönüşmez. ortada "ben" olmadığında diya­log olur. siz buradasınız ve sizdeki "ben" yoksa, işte o zaman nasıl sorusu ortaya çıkmaz. söylediklerim ya gerçek ya da ger­çek dışı, ya doğru ya da bir hokus pokus doktrin olarak kabul edilir.
    benim tüm amacım bir ortam yaratmak. bunu ya konuşarak, ya sessiz kalarak ya da aklınızı karıştırarak yaparım. istediğim "ben"inizin içinizden çıkması ve sizdeki "ben"in ötesine geç­mesi. bunu başarmak için çeşitli ortamlar oluşturmaya çalışı­yorum.
    işte bu da o ortamlardan biri. size saçma sapan şeyler söylü­yorum. bir şeyi başarmaktan söz ediyorum ama her türlü meto­du reddediyorum. saçmalık değil mi bu? nasıl hem bir şeyi söy­leyip sonra da onun söylenemez olduğunu söyleyebiliyorum? ama bu saçmalığın kendisi bir ortam yaratıyor. sizi ikna eder­sem bu ortam yaratılmaz. nasıl? bunun yolu nedir? sorularını sormayı sürdürürsünüz. ben de bunun belirli bir yolu olmadığı­nı yineleyip, dönüşümden söz etmeyi sürdürürüm. o zaman du­rum öyle mantıksızlaşır ki, aklınız tatmin olmaz. işte ancak o za­man ötelerden bir şey devreye girebilir.
    her an değişik ortamlar yaratırım. entelektüel kişiler için ortam saçmalıktır. farkındalık ancak devamlılığı kesen bir du­rum yaratıldığında gelir. durumun saçmalığı ve mantıksızlığı bir boşluk yaratır ve kişisel farkındalığın bakış açısını geçersiz kılar.
    buda'nın yaşamından bir öykü aklıma geliyor. bir sabah bu­da bir köye gelir. köye girerken birisi ona, "ben yüce'ye ina­nan bir kişiyim" der, "lütfen bana tann'nın var olup olmadığı­nı söyle."
    buda çok kesin bir tavırla, "tanrı yoktur" der. "hiçbir zaman olmadı, hiçbir zaman da olmayacak. sen neler saçmalıyorsun?" adam yıkılır, ama işte ortam yaratılmıştır.
    öğleden sonra başka bir adam buda'ya gelir ve "ben ateis­tim" der, "tanrı'ya inanmam. gerçekten bir tanrı var mı? ne dersin?"
    buda, "yalnız tanrı var" der, "ondan başka olan bir şey yoktur." o adam da yıkılır.
    akşam olduğunda üçüncü bir adam gelir ve buda'ya, "ben bir agnostikim" der, "ne inanıyorum, ne inanmıyorum. ne der­sin? bir tanrı var mı?"
    buda hiçbir şey söylemez. adam yıkılır.
    ama buda'nın hep yanında dolaşan bir rahip olan anand da­ha da fazla yıkılmıştır. sabahleyin buda "tanrı yoktur" dedi, öğleden sonra, "olan yalnız tanrıdır" dedi, akşam ise sessiz kal­dı. o gece anand buda'ya, "uyumadan önce lütfen sorumu ya­nıtla" der. "bütün huzurumu kaçırdın! aklım o kadar karıştı ki ne düşüneceğimi bilemez oldum! o saçma ve çelişkili yanıtların anlamı neydi?"
    buda, "o yanıtların hiçbiri sana verilmedi. neden onları din­ledin?" der. "onlar o sorulan soranlara verildi. yanıtların seni rahatsız etmesi iyi bir şey. senin yanıtın da bu."
    demek ki ortamlar yaratılabiliyor. bir zen rahibi onları kendi tarzında yaratır. sizi odasından ite kaka çıkarabilir ya da size bir tokat atabilir. bu çok saçma görünür. ona bir şey sorarsınız, o başka bir şeyi yanıtlar. birisi, "bunu yapmanın yolu nedir?" der ama zen rahibinin yanıtının yol ile hiçbir ilgisi yoktur. "nehre bak!" diyebilir ya da "ağaca bak! ne kadar yüksek!" bu saçmalıktır.
    zihin devamlılık ister. saçmalıklardan korkar. mantıksızdan, bilinmeyenden korkar. ne var ki gerçek, zekanın bir yan ürünü değildir. ne bir tümevarım, ne bir tümdengelimdir. mantıklı de­ğildir; bir sonuç değildir.
    size hiçbir şey aktarmıyorum. yaptığım yalnızca durumlar, ortamlar yaratmak. ancak o zaman anlatılamaz olan anlatılabilir. onun için nasıl diye sormayın. yalnızca olun. yapabilirse­niz farkında olun, farkında olamıyorsanız, farkında olmadığını­zın farkında olun. olanı görmeye çalışın. göremiyorsanız, göre­mediğinizi görün; o zaman o şey olacak, her zaman olur.
    "saçma bir durum yaratmak" demekle insanın bir şekilde sarsılması gerektiğini mi kastediyorsunuz? sonuç ne olur?
    insanlar zaten yeterince sarsıntı ve rahatsızlık içinde. bu ne­denle artık bu durumları ile özdeşleşmiş ve barışmış durumda­lar. rahatsızlıkları alışkanlık haline geldi. hepimiz zaten sarsıl­mışız! sarsılmadan gerçeği bilmek imkansızdır.
    rahatsızlık normal olduğundan ben sizi rahatsız ettiğimde rahatsızlığınız rahatsız oluyor. o zaman bu rahatsızlık nötrleşiyor. ilk kez sakinleşiyorsunuz. saçma bir durum yaratmaktan söz ettiğimde bundan amacım bir sonuç elde etmek değil, iletil­mez olanı iletmek.
    "sonuç ne olur?" diyorsunuz. söylenenler gerçek olarak ka­bul edilmediği sürece, bir sonuçtan söz edilebilir. o yalnızca sembolik, şiirsel ve mitolojik bir anlamda algılanmalıdır. bence her dini kitap bir mitolojidir ve deneyimi yaşamış bir kişinin an­lattığı her şey de bu bağlamda gerçek dışıdır. o gerçek değildir, bir göstergedir. gerçeğe ulaşmak için unutulması gerekir.
    ötesinde yalnız sessizliğin var olduğu sınırı işaret eden üç sözcük vardır. bunlar sat/chit/anand: varoluş, bilinçlilik, vecd tek bir deneyim vardır ama onu bir kavram haline getirirken bu üç sözcüğe böleriz.
    bu tam varoluşta (sat), bu bütünlükte, yalnızsınız. ne "şu"sunuz, ne de "bu". hiçbir şeyle tanımlanamazsınız. yalnız­ca varsınız.
    ikincisi bilinçliliktir (chit). bu bilinçli zihin anlamında değil­dir. bilinçli zihin daha üstün bir bilincin yalnız küçük bir parça­sıdır. normalde bilinçliyken, bir şeyin bilincinde oluruz. bilinç­lilik objektiftir; bir şey hakkındadır. chit ise saf bilinçliliktir; hiçbir şeyin bilincinde olmadan. ortada bir obje yoktur. bu bi­linç hiçbir şeye yöneltilmemiştir. sonsuz ve arıdır.
    sonuncusu anand, yani vecddir. mutluluk değil, sevinç de­ğil, vecd. mutluluk kavramı, içinde mutsuzluğu -onun anısını ve karşıtını- da içerir. sevinçte de bir miktar gerginlik, rahatla­tılması ve sakinleştirilmesi gereken bir şey vardır. vecd ise içinde mutsuzluktan hiçbir iz taşımayan mutluluktur. çevresin­de dipsiz bir kuyu olmayan sevinçtir. gerginlik içermeyen mut­luluktur.
    vecd en uçtaki sevinç ile en uçtaki üzüntünün tam arasında bir noktadadır. bu öteye geçme, aşma noktasıdır. onda hem üzüntünün derinliği, hem de sevincin zirvesi vardır. sevinçte yükseliş vardır ama üzüntünün derinliği yoktur. üzüntünün ise dipsiz kuyular kadar derinliği vardır ama zirvesi yoktur. vecd'de her ikisi de olduğundan ikisini de aşar. yalnız orta nok­ta iki uçtaki aşırılığın ötesine aşabilme noktası olabilir.
    bu üç sözcük, sat/chit/ananda, bunun sınırlarıdır. bu dene­yim hakkında bunlardan daha fazla söylenebilecek bir şey yok. ifade edilemeyene geçiş sının ancak bu sözcüklerle anlatılabilir. bu bir son değil, yalnızca başlangıçtır.
    satchitanand yalnızca bir terimdir, gerçek değil. bu akıldan hiç çıkarılmamalıdır ve hiç unutulmamalıdır. ama zihin unutur, o zaman da satchitanand bir gerçek haline gelir. onun çevresin­de teoriler, doktrinler oluştururuz ve zihin kapanır. o zaman öte­ye sıçrama mümkün olmaz. bu hindistan'da da böyle oldu. bu üç sözcüğün çevresinde koskoca bir gelenek oluşturuldu. ama gerçek satchitanand değildir; gerçek onun ötesindedir. ancak bu kadarı sözcüklere dönüştürülebiliyor. bir metafor olarak al­gılanmalıdır. tüm dini kitapların dili semboliktir. doğası gereği ifade edilemeyenin sözcüklere dökülmesidir.
    ben bile satchitanand terimini kullanmayı sevmiyorum çün­kü zihin ne olacağını kavradığı an soruşturmaya ve isteklerde bulunmaya başlıyor. satchitanand'ı istiyor, o zaman öğretmen­ler ortaya çıkıp bu isteği mantralar, teknikler ve metotlarla kar­şılıyorlar. her talep karşılanabilir, bu yüzden saçma bir talep saçma şeylerle karşılanır. guruluk ve bütün teolojiler böyle ya­ratıldı.
    nihai olanı amaç edinmemeye dikkat etmek gerekir. dilek­te bulunmayın, bir şeyi edinmeyi amaçlamayın ve yolculuğunu­za bir varış noktası tayin etmeyin. o şu anda, burada, farkında olabilirsek o patlama gerçekleşir. zaten çok yakınımızda. o bi­zim en yakın komşumuz ama biz hep uzaktakini arzu ediyoruz. yanı başımızda duruyor ve biz haclara gidiyoruz. bir gölge gi­bi bizi izliyor ama gözlerimiz uzaklarda olduğundan onu göre­miyoruz.
    yaşam varoluşun içinde olmak zorundadır. lao tzu'nun bir sözü vardır: "ararsan yitirirsin. arama, bulursun."


    (bubez laab - 8 Ocak 2006 20:13)

  • comment image

    anlattıklarının arasına o an mı üretildiği yoksa eski mi olduğu belli olmayan müthiş hikayeler eklemeyi çok iyi beceren üstad.
    sevgi konusunda da güzel şeyler söyler.

    örneğin:

    sadece digerinin mevcudiyetinin içindeyken ansızın kendini mutlu
    hissedersen, sadece birlikte oldugunuz için zevkten sarhoş olursan,
    sadece diğerinin mevcudiyeti yüreginin derinliklerinde bazı şeyleri
    tatmin ederse.... yüreginde bir şey şarkı söylemeye başlarsa,
    armoninin içine girersen...gerçek sevgidir....
    digerinin sadece mevcudiyeti beraber olmanıza yardım eder; daha çok
    birey olursun; merkezinde, ayakları yere basan.
    o zaman o sevgidir.

    sevgi bir tutku degildir. sevgi bir duygu degildir.

    sevgi birisinin bir şekilde seni tamamladığının derinden
    anlaşılmasıdır.
    birisi seni tam bir döngü yapar.
    digerinin mevcudiyeti ve yansıması seni çogaltır.
    sevgi kendin olma özgürlügünü tanır sana; o sahip olmak degildir.

    o yüzden izle; hiç bir zaman seksi, sevgi olarak düşünme, yoksa
    kanarsın. farkında ol ve birisiyle sadece mevcudiyetinin; başka bir
    şey değil, saf mevcudiyetinin yeterli olduğunu hissetmeye
    başladığında, başka hiç birşey istemediğinde, yalnızca varlığı,
    sadece olması seni mutlu etmek için yeterli olduğunda.......içinde
    birşeyler çiçek açmaya başlar, bin bir tane lotus çiçeklenir,
    o zaman aşık oldun ve o zaman gerçekliğin yarattığı tüm
    zorlukları aşabilirsin.

    sevgi sonsuzluktur. eğer varsa, o zaman sürekli olarak gelişir ve
    gelişir...

    sevgi başlangıcı bilir ama sonu bilmez.


    (bubez laab - 16 Şubat 2006 15:33)

  • comment image

    aile ve çocuk konusunda da bütün dünyanın tepkisini çekmiş saptamalarda bulunmuş hayat profesörü.

    “ yeryüzünde gerçekten güzel, gerçekten faydalı, içinde gelişme olan; hiç otoriterliğin, güç oyunlarının, sahiplenmenin olmadığı, çocukların mahvedilmediği, karının kocasını tahrip etmeye çalışmadığı ve kocanın karısını tahrip etmeye çalışmadığı, sevginin ve özgürlüğün olduğu, insanların, diğer dürtüler yüzünden değil sadece sevinç içerisinde bir arada toplandığı, politikanın olmadığı aileler vardır; onlar çok enderdir, yüzde birden fazla değildir. böyle aileler yeryüzünde var olmuştur;onlar hala vardır.bu insanlar için değişikliğe gerek yoktur. onlar gelecekte de aileler içinde yaşamaya devam edebilir.
    ancak büyük bir çoğunluk için aile çirkin bir şeydir.psikanalizciye sorabilirsin ve o sana, “her türden ruh hastalıkları aileden kaynaklanır, her türden psikoz, nevroz aileden kaynaklanır.aile çok çok hasta insanoğlu yaratır”diyecektir.
    aile tüm nevrozların kökenidir.ailenin psikolojik yapısını, insan bilincine ne yaptığını anlamak zorundayız.
    ilk şey şudur: o çocuğu belli bir dinsel ideolojiye, politik dogmaya, birtakım felsefelere, kimi teolojilere koşullandırır.ve çocuk o kadar masum ve kabullenici, o kadar korunmasızdır ki sömürülebilir. o henüz hayır diyemez, onun hayır demekle ilgili bir fikri yoktur. ve hayır diyebilseydi bile demeyecektir çünkü o tamamıyla aileye bağımlıdır, kesinkes bağımlıdır. o o kadar çaresizdir ki aile ondan hangi saçmalığı kabul etmesini isterse istesin aile ile hemfikir olmak zorundadır.
    aile çocuğun sorgulama yapmasına yardım etmez; o inanç aşılar ve inançlar zehirdir. çocuk bir kez inançların ağırlığının altında kalırsa onun sorgulaması sakatlanır, felç olur, kanatları kopar. sorgulama yapabileceği zaman geldiğinde, o kadar koşullanmış olur ki her araştırmasına belli bir önyargı ile başlayacaktır. ve bir önyargı ile senin sorgulaman hakiki olmayacaktır. sen zaten önceden kabul edilmiş bir çıkarım taşıyorsun; sen sadece bilinçaltı çıkarımlarını destekleyecek kanıtlar arıyorsun. hakikati keşfetme yeteneğini yitirmiş olursun.
    bu yüzden dünyada çok az sayıda buda vardır:bunun nedeninin kökleri ailededir. yoksa her çocuk bir buda olarak, nihai bilince erişecek, hakikati keşfedecek, saadet içinde bir hayat yaşayacak potansiyelle doğar fakat aile tüm bu boyutları yok eder; onu tamamen dümdüz eder.
    her çocuk muazzam bir zeka ile gelir fakat aile onu sıradanlaştırır çünkü zeki çocukla yaşamak sorun çıkarır. o şüphe duyar, şüphecidir, sorgular, boyun eğmez asidir. ve aile boyun eğen, takip etmeye, taklit etmeye hazır birisini ister. bu nedenle de ta en başından itibaren zeka tohumları yok edilmelidir, neredeyse tamamen yakılmalıdır. böylelikle ondan sürgünler çıkması olasılığı kalmaz.
    zerdüşt, isa, lao tzu, buda gibi birkaç kişinin toplumsal yapıdan, ailenin koşullandırmasından kaçabilmiş olması bir mucizedir. onlar bilincin muazzam zirveleri gibi gözükür ama aslında her çocuk aynı nitelikle, aynı potansiyelle doğar.
    insanların yüzde doksan dokuz nokta dokuzu buda olabilir;yalnızca ailenin yok olması gerekir. aksi takdirde hıristiyanlar, müslümanlar ve hindular ve jainalar ve budistler olacaktır ama budalar, mahaviralar, muhammedler değil; bu imkansızdır. muhammed kendi geçmişine karşı başkaldırdı, buda kendi geçmişine karşı başkaldırdı,
    isa kendi geçmişine karşı başkaldırdı. hepsi asiydi; ve aile asi ruha kesinlikle karşıdır.
    insanlık çok kritik bir evreden geçiyor. geçmişe göre mi yoksa yeni bir yaşam tarzına göre mi yaşamak istediğimize karar verilmek zorunda. bu kadar yeter!
    geçmişi ve onun kalıplarını denedik ve hepsi başarısız oldu. artık geçmişin boyunduruğundan kurtulup yeryüzünde yeni bir yaşam tarzı yaratmak için zaman, doğru zaman gelmiştir. ’’

    “ bir ailenin içinde er ya da geç sevgi yok olur. belki de daha en başından itibaren yoktu. belki o görücü usulü bir evlilikti; başka dürtüler için, para, güç, saygınlık için. belki de en başından itibaren hiç sevgi yoktu. çocuklar daha çok bir açmaza benzeyen bir nikahtan doğar;çocuklar sevgisizlikten doğar. en başından itibaren onlar çöle döner. ve evdeki bu sevgisiz durum onları donuk, sevgisiz yapar. hayattaki ilk dersleri anne babalarından öğrenirler ve anne babalar sevgisizdir ve bitmek tükenmek bilmeyen kıskançlıklar ve kavgalar ve öfke vardır. ve çocuklar sürekli anne babalarının çirkin yüzlerini görür.
    onların umutları yok olur. anne babalarının hayatlarında gerçekleşmediyse kendi hayatlarında da sevginin gerçekleşeceğine inanamazlar. ve diğer anne babaları da, diğer aileleri de görürler. çocukların algıları çok gelişmiştir;sürekli etraflarına bakarlar ve gözlemlerler. hiç sevgi olasılığı olmadığını gördüklerinde sevginin yalnızca şiirlerde olduğunu hissederler, o sadece şairler ve hayalperestler içindir; hayatta bir geçerliliği yoktur. ve bir kez sevginin şairane bir şey olduğunu öğrenmişsen o zaman o asla gerçekleşmez çünkü sen ona kendini kapatmışsındır.
    onun gerçekleştiğini görmek sonradan kendi hayatında onun gerçekleşmesine izin vermek için tek yoldur. eğer anneni ve babanı derin bir sevgi ve büyük bir aşk içerisinde, birbirlerine özen gösterirken, birbirleri için büyük bir şefkat içerisinde, birbirlerine saygı içerisinde görürsen o zaman sevginin gerçekleştiğini görmüşsündür. umut yükselir. kalbine bir tohum düşer ve gelişmeye başlar. onun senin başına da geleceğini bilirsin.
    eğer onu görmemişsen senin başına geleceğine nasıl inanabilirsin? eğer o anne babana olmadıysa, sana nasıl olabilir? aslında senin başına gelmesinden kaçınmak için her şeyi yapacaksın; aksi takdirde bu anne baban bir ihanet gibi gözükecek.
    benim insanlarda gözlemlediğim şey şudur: kadınlar bilinçaltının derinlerinde, “bak anne ben de en az senin çektiğin kadar acı çekiyorum’’ demeye devam ediyor. erkekler sonradan kendilerine sürekli olarak ,“baba merak etme, hayatım en az seninki kadar mutsuz.senden öteye geçmedi,sana ihanet etmedim. tıpkı senin olduğun gibi aynı mutsuz kişi olarak kaldım. zincirin halkasıyım,geleneği devam ettiriyorum.ben senin temsilcinim,baba sana ihanet etmedim. bak anneme yaptığın şeylerin aynısını çocuklarımın annesine yapıyorum. bana yapmış olduğun şeyleri çocuklarıma yapıyorum. onları senin beni yetiştirdiğin gibi yetiştiriyorum,” demeye devama eder.
    şimdi, çocukları yetiştirme fikrinin kendisi saçmalıktır. en iyi ihtimalle onlara yardım edebilirsin, onları yetiştiremezsin. çocuğu geliştirme fikrinin kendisi saçmalıktır; sadece saçmalık değil, çok zararlı, son derece zararlıdır. onu inşa edemezsin…bir çocuk bir bina gibi bir nesne değildir.
    çocuk bir ağaç gibidir. evet yardım edebilirsin. toprağı hazırlayabilirsin, gübre koyabilirsin, sulayabilirsin. güneş ona ulaşıyor mu ulaşmıyor mu izleyebilirsin, hepsi bu. ancak bu ağacı sen inşa ediyorsun demek değildir, o kendiliğinden büyüyor. yardım edebilirsin ama onu yetiştiremezsin ve onu inşa edemezsin.
    çocuklar muazzam gizemlidir. onları inşa etmeye başladığın an, onların etrafında kişilikler ve kalıplar yaratmaya başladığın an onları hapsediyorsun. onlar asla seni affedemeyecekler. ve bu onların yegane öğrenme yöntemidir. ve onlar aynı şeyi kendi çocuklarına yapacaklar ve bu böyle sürüp gidecek.
    her kuşak yeryüzüne gelen yeni insanlara kendi nevrozlarını verir. ve toplum tüm çılgınlık ve mutsuzluğunda ısrar eder.” …

    “kadınlardan korkan insanlar var ve eğer kadınlardan korkarsan onları sevemezsin. korkudan sevgi nasıl çıkabilir? ve niçin kadından korkarsın? çünkü çocukluğun annenden korkarak yaşandı. o sürekli senin peşindeydi, sürekli seni balyozluyordu. sürekli olarak sana şunu yap bunu yap diyordu; elbette senin iyiliğin için yaptı. o seni sakatladı, sendeki pek çok şeyi tahrip etti. o seni bir korkak yaptı. neyin doğu neyin yanlış olduğunu sana söyleyerek seni bir korkağa dönüştürdü. hoşlansan da hoşlanmasan da, kendiliğinden içinden gelse de gelmese de emirlere uymak zorundasın. ve sen o kadar çaresizdin ki… hayatta kalman annene bağlıydı o yüzden onu dinlemek zorundaydın. o seni koşullandırdı. ve annene olan korkun yüzünden kadınlardan korkuyorsun.
    milyonlarca koca annelerinin çok güçlü olması gibi basit bir gerçek yüzünden kılıbıktır. bunun karısı ile hiçbir ilgisi yok; onlar sadece anneyi karılarının üstüne yansıtıyorlar. karısı sadece annenin yeni bir versiyonudur. annelerinden bekledikleri her şeyi karılarından da bekliyorlar. bir taraftan bu onları sakatlıyor; bir taraftan da karılarının tarafından yerine getirilmesi mümkün olmayan şeyleri beklemeye başlıyorlar. çünkü o senin annen değil. bu yüzden mutsuz hissediyorsun. ve karınla nasıl sevişeceksin?
    anne tarafından gerçekten hükmedilmiş, kayıtsız şartsız boyun eğdirilmiş bir çocuk, bir kadınla sevişemez çünkü bir kadına yaklaştıkça psikolojik olarak iktidarsızlaşacaktır. annenle nasıl sevişebilirsin? bu imkansızdır.
    bu yüzden pek çok insan karılarına iktidarsız hale gelir, ancak sadece karılarına. orospulara karşı iktidarsız değillerdir. bu garip: niçin orospulara karşı iktidarsız değillerdir? çünkü bir orospuyu anneleri olarak düşünemezler; bu imkansızdır. anneleri ve bir orospu? orospu başka bir dünyadır ancak karılarını bir anne olarak düşünebilirler, anneyi yansıtabilirler. eş basitçe bir ekrana dönüşür. eşinin tıpkı bir çocuk gibi kendilerine bakmasını isterler ve şayet bakmazsa gücenirler.”…


    (bubez laab - 16 Mart 2006 02:41)

Yorum Kaynak Link : osho