Süre                : 1 Saat 41 dakika
Çıkış Tarihi     : 18 Ağustos 2006 Cuma, Yapım Yılı : 2006
Türü                : Komedi,Drama
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  Fox Searchlight Pictures , Big Beach Films , Bona Fide Productions
Yönetmen       : Jonathan Dayton (IMDB)(ekşi), Valerie Faris (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Michael Arndt (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Abigail Breslin (IMDB)(ekşi), Greg Kinnear (IMDB)(ekşi), Paul Dano (IMDB), Alan Arkin (IMDB)(ekşi), Toni Collette (IMDB)(ekşi), Steve Carell (IMDB)(ekşi), Marc Turtletaub (IMDB), Jill Talley (IMDB)(ekşi), Brenda Canela (IMDB), Julio Oscar Mechoso (IMDB), Chuck Loring (IMDB), Justin Shilton (IMDB), Gordon Thomson (IMDB), Steven Christopher Parker (IMDB), Bryan Cranston (IMDB), John Walcutt (IMDB), Paula Newsome (IMDB), Dean Norris (IMDB), Beth Grant (IMDB), Wallace Langham (IMDB), Lauren Shiohama (IMDB), Mary Lynn Rajskub (IMDB), Geoff Meed (IMDB), Matt Winston (IMDB), Joan Scheckel (IMDB), Casandra Ashe (IMDB), Mel Rodriguez (IMDB), Alissa Anderegg (IMDB), Lindsey Jordan (IMDB), Annabelle Roberts (IMDB), Erik David Barber (IMDB), Robert O'Connor (IMDB), Regis Philbin (IMDB)

Little Miss Sunshine (~ Küçük gün isigim) ' Filminin Konusu :
Hoover ailesinin her bireyi denemekten yılmayan sıcak insanlardır. Bir Volswagen minübüse doluşup ailelerinin en küçük bireyinin hayalini gerçekleştirmek için California’ya doğru yola çıkarlar. Bu üç günlük traji komik yolculuk sürprizlerle ve aile fertlerin hayal bile edemeyeceği bir sonla tamamlanacaktır. Küçük Gün Işığım bilinen kalıpları kıran bir Amerikan yol komedisi.

Ödüller      :

Academy Awards - Oscar:En İyi Özgün Senaryo, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
BAFTA:BAFTA Film Award-Best Screenplay - Original, BAFTA Film Award-Best Actor in a Supporting Role
Independent Spirit Awards:Independent Spirit Award-Best First Screenplay, Independent Spirit Award-Best Supporting Male, Independent Spirit Award-Best Director, Independent Spirit Award-Best Feature
San Sebastian International Film Festival:


İyi Hisset / 28
  • "bir ailenin kendine olan guvenini kazanmasi hakkinda enfes bir film.."
  • "eğer bu film, türkiye'de çekilmiş olsaydı; dede rolünü -kesinlikle ve kesinlikle- mazhar alanson canlandırırdı."




Facebook Yorumları
  • comment image

    cok reklami yapildigi icin baya fazla on yargiyla gittim. ozellikle de junebug ve squid and the whale gibi amerika aile elestirisi filmlerinin prim yapmasindan sonra ortaya ciktigi icin yeter bea, yapmayin artik diye bi tiksincim vardi

    ne de olsa amerikalilar bisiy tuttu mu, kusturana kadar bogazimiza dayarlar.

    ama bu film oole diil. steve carellin bambaska bi yuzunu goruyosunuz. toni collette zaten benim favorilerimdendir, yine sasmadi. oyunculuk basli basina mukemmeldi.
    senaryo deseniz ayri bi harika.

    cok duygusal, cok komik ve cok gercekci bir film, muhakkak gorulmesi gerek derim ben


    (ny doll - 13 Eylül 2006 23:15)

  • comment image

    sevgi ne demektir, insan birini sevdiğini kendine ne zaman itiraf etmeye karar verir, masumiyetin sınırları nerede başlar nerede biter, gerçek güzellik samimi olan mıdır yoksa planlanmış olan mı, bir grup yalnız bir araya gelirse kendilerini yalnız hissetmeye devam eder mi, insanın kendinden vaz geçmesi başkaları ile iletişim kurmasının öncelikli şartı mıdır, hayat neden acı verir, kaybetmek nedir, kazanan kimdir sorularını sordurmayı hedeflediğini ve bunu başardığını düşündüğüm film.


    (bulut yagmurcocuk - 20 Eylül 2006 04:44)

  • comment image

    steve carell'in kendine has mimikleriyle efsanelesme yolunda emin adimlarla ilerlediginin gostergesi olan muhtesem film. kendisinden nedense peker acikalin elektrigi aliyorum.

    yalniz o degil de, filmin yarismada sahnesinde zenci bir cocuk vardi, basmislar surata makyaji, cekmisler fonleri saclara, cocuk resmen chucky olmus. gece gorsem tereddutsuz ters yonde depara kalkarim, o derece.


    (vedder - 29 Ekim 2006 19:23)

  • comment image

    herkesin kaybetmeyi ogrendigi film.

    hayatimin son senelerinde surekli tekrarladigim, "kotu hatiralarimiz en degerli olanlardir, bize en cok sey ogretenler bunlardir" mottomu süper dile getiren filmdir.


    (serol - 21 Aralık 2006 05:49)

  • comment image

    --- spoiler ---

    üzücü olayları o kadar başarılı kapatmışlar ki filmin sonunda saçma bir mutluluk hissediyorsunuz. aslında ailenin başına neler geldiğini kısaca bir düşününce çok kötü bir yolculuk olduğunu anlarsınız. yönetmenin ustalığı da burada gizli zaten. film acayip karamsar ve mutsuz ama çekimleri o kadar başarılı ki yüzde gülümseme bırakıyor... müzikleri ve oyunculuklar oldukça iyi olmuş...

    ---
    spoiler ---
    sezonun en izlenilebilir filmlerinden biri. (7.5/10)


    (xeroquark - 30 Ocak 2007 02:32)

  • comment image

    --- spoiler ---

    dede karakterinin: 'kaybeden; kaybetmeye korkusuyla denemeye dahi cesaret edemeyendir, deneyen kişi kaybeden değildir' sözüyle 'loser' kelimesinin en sağlam tanımını yaptığı film.

    filmin sonunda tüm ailenin dansı ise inanılmazdı.
    tabi bir de steve carell inanılmazdı, döktürmüş adam.

    ---
    spoiler ---

    8/10


    (purplepurple - 31 Ocak 2007 02:09)

  • comment image

    güzelliğin aslında güzel olmadığına dair bir film. loser falan derken aslında günümüzün en önemli sorunlarından birine de parmak basmaktadır. o kadar şirinliğin içerisinde kaybolup gitmiştir.
    fikir vermesi açısından
    (bkz: anorexia nervosa)
    (bkz: bulimia nervosa)

    eklemem lazım, şu dünyada biraz farklı olmanın nasıl zor bir iş olduğunu anlatır. bir de kadınsanız kaç yaşında olursanız olun cinsellik satarsınız ancak bunu açığa vurursanız herkes suratınıza tükürür. ancaaakk "she's kickin ass!!"


    (daughtear - 28 Şubat 2007 19:22)

  • comment image

    --- spoiler ---

    dolunay zamaninda dunyanin en yuzeysel adami turnuvalarina seribasi katilabilecek bir insan haline geldigimden, bu filmden anladigim sunlardir:

    1) essek kadar evde oturup da iflasin esigine gelerek yemege 4 dolarlik limit koymanin normal karsilanmasina mortgage mucizesi diyoruz
    2) arabam atli polisler tarafindan durdurulursa diye hayvanli mecmualara da portfoyumde yer vermeye basladim.
    3) renk koru oldugunu 15 yasina kadar farketmemis insanlarin nietzsche okumalarindan ne hayir gelir belli degil.
    4) torununa guzel sozler soyleyip yatirdiktan 15 saniye sonra banyoda eroin ceken bir dede olmak istiyorum, fazla torunu olan mesaj atsin
    5) guzellik yarismalarinda gorev alan kuaforler, evrensel insan haklari beyannamesinde sozu gecenlerden (evrensel insanlar) degiller, olmamalilar.
    6) olmek cok masrafli bir is; birileri gelip cesedi alacak, morg ona bakacak, cenaze parasi, mezarlik maliyeti... gunun birinde intihar edersem tuvalette bileklerimi kesip yakinlarimin basina falan kalmam, efendi gibi denize atlarim. veya denizdeyken bileklerimi keserim. tabii evim denize yakinsa kesim isini tuvalette yapar, sonra denize kosarim. acaba bu metodla olmek ne kadar suruyor, kosacak derman kalir mi? o ev mumkun mertebe denizin dibinde olmali, hatta ustunde, guneydogu asyadaki gibi. yasadiginiz yerde deniz yoksa da intihar etmeyin kardesim. belli ki bombok bir yer, kaldirimlarina bunalim kazinmis. iki gun sabret, git bir sahil sehrine biraz gezin, hala intiharsa eyvallah, mayon ve jiletin yaninda zaten. yuzuculer kramp girmesine onlem olarak mayolarinda igne tasirlar geyigi vardir, o yuzden kimse suphelenmez. (bak bundan guzel bir kaza susu verilmis cinayet temasi cikar; denizin ortasinda bacagindaki atardamari delinmis bir yuzucu bulunuyor, ilk teshis, adamin bacagina kramp girdigi, tam jileti batiracakken eline de girdigi ve jileti kaydirdigi. temiz is. racon kesmeyip atardamar kesenlere gore)
    7) not defterine yazarak iletisim kuracaksan vow of silencein manasi ne yahu; dedik ya bu cocuktan ne koy olur ne kasaba.
    8) steve carrellin sakalsiz halinin marcel prousta olan benzerligi tesadufi olamaz. belki de bu yuzden kendini "pre eminent proust scholar" olarak goruyordu. gercekten cok yuzeysel. (not: ben tarihteki her onemli zatin simasini bilirim; en sevdigim hobim gunbatiminda cesit cesit bulutlari osmanli padisahlarina benzetmecedir. fatih sultan mehmet oncesi donem biraz zorlasa da epey ilerlettim kendimi)

    ---
    spoiler ---


    (immanuel tolstoyevski - 18 Mart 2007 09:04)

  • comment image

    --- spoiler ---
    anne babanın otelde tartıştığı sahnede ergen çocuğun yüzünde bir gülümseme var dayısı "bunları dinleme" dediğinde ısrarla dinlemeye devam ediyor ve bundan hafif keyif alıyor veya keyif alır gibi yapıyor. sonradan özür dilese de pilot olamayacağını anlayınca ailesine dönüp ezikler diye bağırıyor aslında bu anlık bir öfke değil gerçekten de ailesi hakkında hissetiği şey bu, ailesini ezik, başarısız olarak görüyor. çocuğun planı pilot olup bu eziklerin arasından kurtulmak tek istediği tek umudu bu. eğer hala planı devam ediyor olsaydı çıkıp kardeşini yarışmadan çekmek isteyen o çocuk olamayacaktı veya kardeşine destek vermek için sahneye çıkamayacaktı ailesini o kadar düşünemeyecekti. çünkü pilot olamayacağını anladıktan sonra aslında ailesinin bir parçası olduğunu gördü ezik ya da başarısız adı her ne ise kendisinin de onun bir parçası olduğunu anladı ve belki de nietzsche okuyor olmasının yüzünden yıkılmadığı için güçlendi ( okyanus kenarındaki konuşmada da böyle hissettim) diğer insanlar önünde ne kadar aptal görüneceğini bilse de sahneye çıkma cesaretini buldu. bunu düşünerek mi yaptılar yoksa tesadüf müydü bilmiyorum ama dayı ve yeğen bence dedenin tanımına göre kaybeden ve kazananı simgeliyordu. yeğen darbeyi alıp yıkılmayan dayı ise yıkılan yeğen deneyen ama başaramayan dayı denemeden kaybeden.
    ---
    spoiler ---


    (bartsimpson - 10 Eylül 2007 09:06)

  • comment image

    sarı renkli bir filmdir.

    hayatım boyunca öyle oha! dedirtecek güzellikte biri olmadım. ne annemle yolda yürürken teyzelerin görüp aman pek te güzel maşşşallaaa dedigi bi cocuktum, ne de akraba ziyaretlerinde aman da aman prensesimiz de gelmiş diye karşılanan şişirilmiş bi barbie bebek. öyle sıradan kahverengi saçlı, gözlüklü, tıfıl bi velettim işte. ama annanem beni ''güzel kızım benim'' diye cagırmaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. hatta ergenlik dönemlerimin kabusu kilolarla başa cıkamadıgım dönemlerde ''ama bak ne güzel incecik belin var'' diye beni teselli etmeye çalışanlara ''kıçı kocaman olunca beli de ince görünüyo haliyle'' diye cevap veren babamın gerçekçi bakış açısı bile vazgeciremedi beni annanemin güzel kızı olmaktan. zaten anname göre pozitif deger tasıyan herhangi bir şey babam için istisnasız negatif degerdeydi. o söz konusu ''herhangi şey'' ben bile olsam. neyse.
    bi' gun, üniversitede ilk yılım, bi çocuk begendim okulda. cem. sarışın, renkli gözlü, bukle bukle sacları var. kız gibi bişey. benden güzel(!) o derece. sabahları neredeyse onu görmek için gidiyorum okula. ortak tanıdıgımız birileri olabilir mi diye sınıfın agzını yokluyorum falan. rıhtıma çıktık mı onu arıyorum hemen, ne tarafa oturmuşsa o tarafa sürükleyecegim arkadaslarımı. kabataş duragında 1saat20dakika beşiktaş'a giden otobüsü bekledigimi bilirim, cem okuldan cıkıcak ta 5 dakka gorucem diye. ulan yürüsem 3 tur atarım kabataş-beşiktaş arası. baktım olacak gibi degil. sevdigine kavuşmazsa ölecek hastalıgına tutulucam, kararttım gözümü, açıldım annaneme. ben güzel kızıyım ya onun. o cesaretlendirir beni. annanem dinledi, dinledi, dinledi. eeee??? dedi sonra. ''niye tanışmıyorsun madem?'' niye mi tanışmıyorum madem, tanımıyorum adamı da o yüzden. ''ortak bi masada oturup konuşmuyo musunuz hiç?'' yok anane hiç ortak arkadaşımız yok. ''ziyanı yok, sen git tanış, aynı okulda okumuyor musunuz siz? arkadaşlık etmek istiyorum de. ne var bunda? olmaz diyecek hali yok ya.'' hakkaten lan ne var bunda dedim kendi kendime. gittim okula. öglen kantin sırasındayım. cem sapsarı bukleleriyle kantine girdi. çıktım ben sıradan. gayet dogal. kestim önünü. selam mı dedim meraba mı dedim, hatırlamıyorum şimdi. ama tanıttım kendimi. ben görüyorum seni hep dedim. arkadaş olmak istiyorum dedim. benim adım da cem dedi. biliyorum dedim. akşam eve gidince annaneme anlattım. güldü. güzel kızım benim dedi...
    cem'le uzun sürmedi fazla. zannediyorum begenmedi beni. oturduk konuştuk bir-iki. bi kere çizim dosyasını falan tuttum. bi zaman sonra orda burda karşılaştıkca sadece selamlaşmaya başladık. sonra o da kesildi. ertesi yıl da götüme benzeyen bi kızla cıkmaya başladı zaten. öylece kapandı mevzu. ama olsun denedim ben. kaybeden olmaktansa deneyen olmayı tercih ettim. annanem boşveeer dedi. sütlü kahve yaptı bana.
    yıllar sonra 'loser kimdir, kim degildir'i gayet net anlatan sapsarı bi filmde annanemi gördüm ben. o zamanlar aklı beş karış havada halimle annanemin yapmaya çalıştıgı şeyi algılamayan ben, oturdum gerzekliğime agladım. o gittikten sonra kaybettigim zamana, kacırdıgım fırsatlara, aradan gecen 6 yılı bomboş harcadıgıma agladım. oyle bi film diil aslında. kaybederken kazandıklarımızı anlatan sıcak sevimli içten bir film. sarı renkte. tanımım budur.

    bir de şöyle birşey var. belki alakalıdır;
    (bkz: #11047543)


    (poisonblue - 20 Ekim 2007 19:13)

  • comment image

    --- spoiler ---

    son zamanlarda izlediğim en keyifli, en samimi hollywood filmi. yol filmlerini çok severim, bu film de bir yol filmi. ama şu chevy chase'in başrolde olduğu, amerikalı ailenin toplanıp, avrupa'ya falan seyahate gittikleri yol filmlerinden değil. çok farklı. çok daha başarılı. senaryo ve oyunculuklar harika. film aslında bir komedi filmi ama filmin içerisinde bir çok dram da var. ancak bu dramatik anlar filme öyle yedirilmiş ki, filmin bütünlüğünü hiç bozmuyor.

    ilk sahnede, aile bireylerini tanıyoruz. evin 7 yaşındaki küçük kızı olive, bulundukları şehirde güzellik yarışmasında 2. olmuş ama aynı yarışmada 1. seçilen çocuğun diskalifiye edilmesiyle, california'da yapılacak olan 'little miss sunshine güzellik yarışması'na katılmaya hak kazanıyor. kocaman gözlükleri, şişko göbeğiyle o yarışmada iddialı olacağına pek inanamıyoruz. evin babası, başarı ve kazanma kavramlarına takmış, hatta 'kazanmak için 9 adım kuralı' gibi bir teori geliştirmiş bir eğitmen. devamlı başarılı olmaktan ve 'loser' olmamaktan bahsediyor. evin annesi, aile birliğine önem veren, tüm olumsuzluklara karşın aileyi bir arada tutmaya çalışan sevimli bir kadın. bu kadının kardeşi, yani evin dayısı, amerika'nın en iyi proust profesörü. bir gün üniversitedeki bir erkek öğrencisine aşık olur. çocuk buna yüz vermez, üstüne üstlük, gider amerika'nın en iyi 2. proust profesörüyle birlikte olur. bunun üzerine evin dayısı da intihar etmeye çalışır ama bunda başarılı olamaz. üniversitedeki işinden atılır ve ailemizin evinde gözetim altında tutulmaya başlar. evin abisi, 18 yaşlarında, ergenlik sorunları yaşayan bir nietzsche hayranı. aylardır ağzından tek bir kelime çıkmıyor, çünkü tek isteği bir jet pilotu olmak ve bu isteğini gerçekleştirene kadar da konuşmamaya ant içmiş. bir de evin büyükbabası var. ikinci dünya savaşı gazisi. eroin bağımlısı. ağzından küfür eksik olmuyor. küçük olive'i yarışmaya o hazırlıyor. işte bu birbirinden ilginç üyelere sahip olan ailemiz, olive'i yarışmaya götürmek için eski püskü, sarı bir vw minibüse atlıyorlar ve yola koyuluyorlar. yolda başlarına gelmedik kalmıyor. minibüsleri de, aile içindeki sorunlara bir metafor oluşturuyor adeta. devamlı sorun çıkarıyor, düzgün gitmiyor, eskimiş. başta herkesin istemeye istemeye katıldığı bu yolculuk, onca aksiliğe, onca acıya rağmen neşeyle sona eriyor.

    filmde devamlı üstünde durulan tema, kazanma ve kaybetme kavramları. evin babası "yeryüzünde iki tip insan vardır: kazananlar ve kaybedenler." diyor. ona göre özür dilemek, alay etmek, sadece kaybeden insanların yapacakları şeyler. burada amerikan sistemine bir eleştiri var. kazanma hırsı her zaman olumlu sonuçlanmayabiliyor. filmde de görüyoruz bunu. ancak bu konuda belki de en güzel mesajı evin dedesi veriyor. yarışmadan önceki gece olive'le konuşan dede, ona, "asıl kaybeden kişi, kazanmaktan korkan ve denemeye dahi cesaret edemeyendir. deneyen kişi, kazanan kişidir." diyerek olması gerekeni özetliyor. nitekim, filmin sonunda da bu sözün ne kadar doğru olduğunu görüyoruz.

    filmin eleştirdiği başka bir konu ise, estetik kaygısı. estetik uğruna küçücük çocukları bile barbie-chucky kırması yaratıklar haline getirmekten imtina etmeyen sistemin çarkına lanet okuyorsunuz. o filmin sonundaki güzellik yarışmasındaki çocukların hali nedir allah aşkına? o aşırı makyajlar, saç-baş... gerçekten mide bulandırıcı. tüm o boyalı, sıska çocukların arasında bizim gözlüklü, şişko, sade olive'imiz, gönlümüzün 'little miss sunshine'ı oluyor. diğer çocukların, kadınsı görüntülerle çocuksu hareketler yapmasını alkışlayan, katıla katıla gülen seyirciler, yaşının gerektirdiği şekilde olan ama kadınsı hareketler yapan olive'imizi izleyince pek de rahatsız oluyorlar nedense.

    yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen aile olmanın kenetleyici ruhu filmin sonlarına doğru ortaya çıkıyor. tüm o ezik aile bireyleri, kendi güçlerinin farkına varıyorlar, sıradan insanlar gibi rol yapmanın, maske takmanın yerine, 'göründüğün gibi olmanın' insanı mutlu ettiğini ve insanı farklı kılan şeyin de, insanın kendisi olmaktan geçtiğini anlıyorlar. filmin en etkileyici sahneleri ise, dwayne'in renk körü olduğunu öğrendiğinde arabadan atlayarak bağırması, olive'in onun yanına gidip boynuna sarılması ve dwayne'in olive'i kucağına alması; richard'ın çok istediği işi alamadığını öğrendiğinde, aksi büyükbabanın richard'ı teselli etmesi; olive'in yarışmada sahneye çıkmasından hemen önce dwayne ve frank'in iskelede yaptıkları konuşma ve tabii ki filmin sonundaki güzellik yarışması gösterisi.

    tüm oyuncular da müthiş performans göstermişler. 11 yaşındaki abigail breslin, dünyanın en iyi çocuk oyuncularından biri. o yaşta o performansı gördüğünüzde, onun bir çocuk olduğuna inanamıyorsunuz. greg kinear ve steve carell sadece mimikleriyle bile güldürebiliyorlar. toni collette, anne rolünde çok başarılı. sorunlu ergen dwayne rolü, paul duno'ya çok yakışmış. filmin yarısından çoğunda tek kelime bile konuşmuyor ama bu anlarda bile oyunculuğuna hayran kalıyorsunuz. ve tabii ki büyükbaba rolünde alan arkin. bu sene, bu rolüyle 'en iyi yardımcı erkek oyuncu oscar'ı'nı aldı. fazla söze gerek yok sanırım. oscar demişken, film 'en iyi film' dalında da oscar'a aday olmuştu ancak kazanamadı. bunun yerine, aday olduğu diğer bir dal olan 'en iyi orijinal senaryo oscar'ı'nı kazandı. ayrıca abigail breslin'de daha 11 yaşında olmasına rağmen 'en iyi yardımcı kadın oyuncu' dalında aday olmuştu oscar'a.

    kahkahalarla gülmek, aynı zamanda hüzünlenmek, biraz düşünmek, sistem eleştirisi yapmak, empati kurmak istiyorsanız bu filmi öneririm. çok keyifli bir 100 dakika geçireceğinizden emin olabilirsiniz. ha, bir de proust'tan bahsetmeyi unuttum. frank'in iskelede dwayne'e söylediği proust'un sözleri de, filmin tümünü özetler nitelikte: "kötü anlarımız, en değerli anlarımızdır. bize en çok şeyi öğretenler onlardır."

    ---
    spoiler ---


    (tardy - 6 Kasım 2007 22:53)

  • comment image

    bi nevi spoilerlı tespit***

    yarışmadaki ironik nokta ise, olive in tüm doğallığı, saflığı, "iç ve dış güzelliği" ile masumiyet dolu bir striptiz yapması, diğer yarışmacıların ise çocuk kadın görüntüleriyle neredeyse seksi görünmeye çalışmaları fakat yaptığı çocuklara uygun bulunmayanın olive olması.


    (nikdediginnedirki - 17 Nisan 2009 02:03)

  • comment image

    benim için tamamıyla zıtlıkların ahengini yansıtmaktadır bu film.

    evin babasına taşaklı bir nefret duyarken ilerleyen dakikalarda anlıyor ve sevgi duymaya başlıyorsunuz;
    evin anasının aileyi toparlayıcı tavrını bir yandan can sıkıcı ve gereksiz bulurken, bir taraftan buna nasıl da ihtiyaçları olduğunu düşünüyorsunuz;
    evin sorumsuz dedesinin torununa yaptığı sorumluluk asistleri, en baba çığlığın evin sessiz ergeninden çıkması, hayatı çözmüş ibne dayının hayattan vazgeçebilmiş olması ve sair.

    üstelik gülmek ve ağlamak zıtlığında da bir seçim yapamıyorsunuz. hepsini geçtim, benim gibi gayet erkek bi adama bile "ay ne tatlı kız hihihi", "ah ne hoş film" gibi kadınsı tepkiler verdirmiştir daha nolsun?

    hepinizin götünü sikerim!(entry'nin genel atmosferine bi zıtlık yaratıyım dediydim... kuvvetle muhtemeldir ki benden bir bok olmaz.)


    (kelevelelis - 30 Nisan 2009 08:53)

  • comment image

    çok geç izlediğim için kendime kızdığım şahane film. kanımca en güzel sahnesi şudur:

    --- spoiler ---

    dwayne renk körü olduğunu farkettiği anda araçtan inmek ister. hayal kırıklığı o kadar yüksektir ki, ailesine "hepinizden nefret ediyorum, bir avuç kaybedensiniz *, beni burda bırakın ve gidin lütfen" diyip yere oturur. aile çaresizlik içinde, yalnız mı bırakalım biraz yoksa konuşsak mı ikilemindeyken, birisi olive'e "git abinle konuş" der.

    kız ağır ağır aşağıya iner, abisinin yanına çömelir ve elini omzuna atıp başını abisine dayar. dwayne derin bir nefes verir ve "tamam gidelim" der, ayağa kalkar.

    yönetmen bu sahneyi çok iyi çekmiştir. arkaplanda ailenin geri kalanı, aileyi birleştiren minibüs, tümüyle görsel olarak çok güzel bir sahnedir.

    çizim yeteneğim olsa, çizmek isteyeceğim bir görüntü diye düşündüm ilk gördüğümde.

    ---
    spoiler ---

    insan sinirlendiğinde bencilleşir, ne kadar sinirlenirsen sinirlen, sevdiğin birinin varlığı, o bencilliği üzerinden atmanı sağlar. bu sahne sevgiyi en iyi anlatan sahnelerden biridir benim gözümde.


    (exelon - 5 Temmuz 2013 13:22)

  • comment image

    --- spoiler ---

    filmin sessizliği yeğleyen loser’ı dwayne, aylardır niçin konuşmadığını soran ebeveyni ginsberg’e göz ucuyla duvardaki nietzsche portresini işaret eder. bu, bir tür yanıttır. genç dwayne’in ideali pilot olmak, görünüşe göre de suskunluğu bu yüzden. konuşmamaya yeminlidir. konuşmama eyleminin nedenselliği, sartre’a referansla, varoluşçu bir “kendini gerçekleştirme” vizyonuna dayandırılırken nietzsche’nin diyaloga dahil edilmesi ne anlama geliyor peki? nietzsche’nin dindar bir ailede büyümesi, yalnız ve kimsesiz bir filozof olması, dostlarıyla (wagner, ree, salomé vd.) arasının bozuk olması; kısacası yaşadığı devirde anlaşılamaması (yaşadığı dönemde hakkında çok az çalışma yapıldı ve neredeyse hiç tanınmıyordu; herkes bilir bunu), yakın gelecekte bir gün mutlaka anlaşılabileceğini düşünmesi gibi nedenler, genç dwayne’i tetiklemiş olabilir mi? filozofun sancılı özel yaşamının etkisi altında mı kalmıştır, yoksa böyle buyurdu zerdüşt’ü okurken dwayne de kendi düşsel mağarasına mı sığınmıştır? bu soruların tamamı öykü yapısında yanıtsız bırakılmıştır, evet; demin üstte geçtiğim gibi, dwayne’in yanıtı salt nietzsche’nin duvarda asılı duran portresini işaret etmekle sınırlıdır. bir tür, sessizliğin dili, renk vermeyen…

    genç kahraman zamanla suskunluk yeminini bozacaktır. bu, baştaki nietzsche yorumunun dönüştüğünü düşündürür. ama filozofa yeniden vurgu yapılmaz. şüphesiz bu, öyküyü “yarım” bırakır. zaten üslubu karmaşık ve fragmanter yapıdaki bir filozofun bir genç dimağ tarafından ancak bu denli yanlış anlaşılabileceği akılda bir soru işareti olarak belirir. ama film bunun için hiçbir şey yapmaz. giderek mutlu bir aile portresi çizmeye çalışır; birbirlerinin umurunda bile olmayan aile, zamanla birbirine yakınlaşır, hayatın gerçekleriyle yüzleşir vs. bilirsiniz işte, filmlerde hep böyle olur.

    ---
    spoiler ---

    filmin yönetmenleri jonathan dayton ve valerie faris’in nietzsche ile ilgili kuramsal bilgilerinin olup olmadığı ya da onun özel yaşamı, aşk ilişkileri, aile yaşamı hakkında herhangi bir çarpıcı doneye, ilginç bir ayrıntıya vakıf olup olmadıkları bir gizem; ama aşikâr olan bir şey var: işgüzar memur yönetmenleri başta olmak kaydıyla, dev ahtapot hollywood’un felsefe ile, felsefî dizge ile göbek bağının olmadığı. hollywood budur. little miss sunshine’ın da aralarında bulunduğu birçok bağımsız etiketine sahip film için de durum pek farklı değil. elbette, bağımsız diye adlandırılan yönetmenlerin büyük şirketlerin gölgesindeki ya da uzantısı konumundaki majors’lerle çalışmaları bu durumun perde arkasını oluşturan başat sebeptir. beyazperde gösterge sanatıdır ama perde arkası daha çok bir imajlar dünyasıdır. bağımsız etiketi ile sunulan filmlerin sözümona bağımlı filmlerin düzeyini tutturup tutturamadığı ise ayrı bir tartışma konusu.

    nietzsche’ye gelince: yaşamı olumsuzlayan bir filozof değildi. otobiyografik karakterli yapıtı ecce homo’da “insanlardan nefret etmediğini” apaçık bir şekilde ifade eder. tek tek insanlar onun derdi değildi. en azından felsefesinin ilgi alanını tek tek bireyler oluşturmuyordu. genel olarak çağı etkisi altına alan ideolojilerle, tek tanrılı dinlerle ve özel olarak hıristiyan ahlakı ile, tarih ile, ortajen felsefe ile hesaplaşıyordu. fragmanter strüktür üzerine kurduğu felsefesinin sistematik felsefelerden (örneğin kant, hegel ya da marx’ınkinden) uzak olması, biçemsel olarak kapalı bir dil inşa etmesi az anlaşılmasının ya da yanlış anlaşılmasının sebeplerinden biridir. felsefe dünyasında, film arenasında ve politik arenada anlaşılamamış çok mu! hitler’in arî ırk saplantısını nietzshe’nin üst-insan kuramı üzerine kurgulaması da o denli saçmadır. kuşkusuz bu, onun geç fark edilmesine neden oldu. 1960’lara, post-yapısalcıların ciddi çalışmalarına dek nietzsche araştırmaları avrupa’da sınırlı kaldı. mevcut araştırmaların eksikliğinin bugün de devam ettiği kuşku götürmez.

    sinema sanatının patlamış mısırla vakit geçirilebilecek bir eğlence aracı olarak pazarlanması kapitalizmin hastalıklarından biridir. hollywood endüstrisi kurulduğundan bugüne az gayretle çok para kazanma misyonuna dayandırıldığından memur yönetmenlerin büyük bölümü derin konuları yüzeysel bir biçimde geçiştirmeye şart koşulmuşlardır. sistemle uzlaşmayanlar ise ivedilikle aforoz edilmiştir. örneğin hollywood’da nietzsche’yi ve yaşamını anlatan iyi bir film halen yoktur. aslında bu çok daha genel bir soruna işaret eder: biyografik uyarlamaların büyük çoğunluğu popüler kimliklerin özendirici yaşamları üzerine odaklandıkları için filozoflar, sosyologlar, psikologlar ya es geçildiler ya da görmezden gelindiler. ele alındıkları çok az filmde alabildiğine derinliksiz bir biçimde tasvir edildiler. sözkonusu sıkıntı günümüzde de sürmektedir.


    (hanging rock - 25 Ağustos 2013 14:59)

  • comment image

    mutlu olmayı, kurallarını toplumun dayattığı oyunda arayan ve haliyle asla bulamayanlara gereken cevabı veriyor film. aman elalem ne der kaygısıyla yaşamayı pek seven toplumumuza da güzel bir ders niteliğindedir. çünkü mutluluk tam da o elalemin kınayacağı olgularda olabilir. neden olmasın ki?

    kabul etmek lazım biz dahil* bütün batı toplumlarının insanları tüm ömürlerini çocukluktan yetişkinliğe amerikan rüyası denilen olguya ulaşmaya çalışarak geçiriyorlar.

    okulda yüksek notlar, dereceler getirilmeli. checked
    iyi bir üniversite kazanılmalı. checked
    mühendis, doktor, avukat olunmalı. checked
    bol para kazanılan bir işte, sürekli terfi etme amaçlı çalışılmalı. checked
    güzel bir eş / yakışıklı bir koca ve 2 çocuk -tek başına şımarıyor malum-. checked
    nezih bir muhitte en az 3+1 bir ev. checked
    şık ve geniş bir aile arabası. checked
    aileyle her yaz çıkılan tatil yolları. checked

    üzerine de leblebi.*

    şimdi gelin itiraf edelim, bu maddeleri mutlu bir hayatın tanımı olarak görüyorsanız bugüne dek kendiniz olmayı, olabilmeyi asla denenemişsiniz demektir. kendi hayatınızı yaşamadığınıza emin olun. 5 yaşında dünyayı renkli hayalleriyle süsleyen o velet ölmüş gitmiş çoktan. büyüyünce dansöz olacağım diyen kız çocuğu yok, astronot olacağım diyen erkek çocuğu yok.

    dünyada milyarlarca insan yaşıyor ve büyük bir çoğunluğu bu hayatın peşinde koşuyor. çünkü güzel olan o, senden beklenilen o. ama hayat bir hollywood filmi değil, çok çalışıp sebat edersen mutlaka kazanamazsın. bazen işler ters gider. bazen farklı bir yola girersin.

    ayrıca tüm bunları başarsan dahi mutlu olamazsın. öyle bir garanti yok. o hissettiğin şey mutluluk değil. tüm dünyanın üzerine yüklediği sorumlulukları tamamlayabilmiş bir bireyin yaşadığı rahatlama sadece. oh okul bitti rahatım. oh üniversite bitti rahatım. oh işe girdim daha da sırtım yere gelmez. evlendim oh, çocukları okuttuk oh, iş güç sahibi yaptık oh. şimdi rahatlıkla ölüp gidebilirim.

    american beauty filmini hatırlayalım. ya da revolutionary road.
    o yukarıdaki tüm maddeleri gerçekleştirmiş, dışarıdan mutluluk komasında görünen ailelerin içine girdiğimizde işlerin ne kadar boktan olduğunu hatırlayın.

    az kullanılmış yolu en azından bir kere olsun seçmeden ölmeyin efendim. bozuk sarı minibüse atlayın, ite kaka ilerleyin, sonra kaybedin geri dönün. herkes sizi kınasın. göz devirsin.

    ömür boyu anlatacağınız sizi diğerlerinden farklı yapan bir anınız olsun.

    çükünüz mü düşer?


    (cncn - 10 Şubat 2014 23:15)

  • comment image

    karakterlerinin hepsinin cok basarili oldugunu dusundugum bir film.

    film, ailenin kucuk kizlari olive'in hayalini gerceklestirmek icin minibuslerine dolusup cumbur cemaat bir cocuk guzellik yarismasina gidislerini anlatiyor. minibusun yolculari basarili olmaya, kazanmaya takmis bir baba, ailesini ve evliligini bir arada tutmaya calisan bir anne, savas pilotu olana kadar sessizlik yemini etmis nietzsche hayrani olan bir agabey, intihara tesebbus etmis problemli bir dayi ve eroin bagimlisi bir dede.

    filmin su aralar john mark karr'in itirafi ile gundeme gelen "cocuk guzellik kralicesi" jonbenet ramsey davasi ile es zamanlara gelmesi de ilginc bir tesaduf.


    (gatita - 23 Ağustos 2006 01:40)

Yorum Kaynak Link : little miss sunshine