Süre                : 1 Saat 36 dakika
Çıkış Tarihi     : 22 Kasım 2006 Çarşamba, Yapım Yılı : 2006
Türü                : Drama,Gizemli,Romantik,Bilim Kurgu
Taglar             : Ağaç,Mayan,Sonsuzluk,Aşk,hayat Ağacı
Ülke                : ABD,Kanada
Yapımcı          :  Warner Bros. , Regency Enterprises , Protozoa Pictures
Yönetmen       : Darren Aronofsky (IMDB)
Senarist          : Darren Aronofsky (IMDB),Darren Aronofsky (IMDB),Ari Handel (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Hugh Jackman (IMDB), Rachel Weisz (IMDB)(ekşi), Ellen Burstyn (IMDB)(ekşi), Mark Margolis (IMDB)(ekşi), Stephen McHattie (IMDB), Cliff Curtis (IMDB)(ekşi), Sean Patrick Thomas (IMDB)(ekşi), Donna Murphy (IMDB)(ekşi), Ethan Suplee (IMDB), Boyd Banks (IMDB), Alexander Bisping (IMDB), Kevin Kelsall (IMDB), Marcello Bezina (IMDB)

The Fountain (~ Kaynak) ' Filminin Konusu :
The Fountain, üç farklı zamanda biriminde, bir adamın sevdiği kadını kurtarmak için başından geçen bin yıllık serüveni konu almaktadır. 15. yüzyılda İspanya'da yaşayan Tomas ölümsüzlük verdiği sanılan efsanevi bir çeşmenin arayışına çıkar. Günümüzde, Tommy Creo isimli bir bilim adamı, kanser olan eşi İzzy'yi kurtarabilmek için umutsuzca bir tedavi yöntemi keşfetmeye çalışmaktadır. 25. yüzyılda, astronot olan Tom ise uzaydaki gezintisi sırasında kendisini çok uzun sürelerdir rahatsız eden olayların arkasındaki gerçekleri keşfeder. Bu üç adamın hikayesi tek ve ortak bir gerçeğe uzanmaktadır...


Görsel / 13
  • "ölümü anlatan film.(bkz: dünyanın en yüzeysel adamı)"
  • "sanırım salak salak izlediğim filmdir. yorumlara bakınca... kesin salağım ben."




Facebook Yorumları
  • comment image

    emek sineması'nın o yüksek tavanlı art nouveu salonundan içim daralmı$ bir $ekilde çıktığımdan beri dünyayı altın sarısı tonlar ile görüyorum. yanlı$ anlamayın, daralmaktan kastım sıkılmak değil, bu büyük bir enerji hüzmesinin bir noktada toplanması gibi bir $ey. atom bombasının serbest bıraktığı enerjinin bir yüzükte toplanması ile ifade edilebilir belki.

    kompakt bir anlatımı yok bu hikayenin. seyircisine göre deği$en bir zamanda üç dönemin iç içe geçerek nihai öyküyü olu$turduğunu görüyorsunuz fakat bu algılamanızı kolayla$tırmıyor. ı$ık, geçi$ler ve $ekiller yardımı ile binlerce parçalık bir puzzle ın parçalarını birle$tiriyoruz. her "finish it" ikazı lineer zamanda farklı bir anlam kazanırken, sinirleri de doğru orantılı olarak geriyor. rachel weisz'ın "hadi dı$arı gelsene... yılın ilk karı yağdı" çağrısına kulak verip kendini sokağa atacak izleyicileri yadırgamıyorum. ölmekte olan bir ağacın ürkek tüylerinin, ba$ka bir yüzyılda kanserli bir kadının saçları dökülmü$ ensesine dönü$mesi filmin bombardıman gibi gelen ruh bozumlarından sadece bir tanesi. i$te bu dil, filmin görsel efektlerle bezeli bir hollywood hiti* olma $ansını yok ediyor.

    16ıncı yüzyılda piramit ve takım yıldızlar ile üçgen, 21inci yüzyılda kapılar, bilgisayarlar ve kitap* ile dikdörtgen, 26ıncı yüzyılda ise uzaydaki daire/ küre $ekilleri ile filmin bölümlerini görsel olarak ayırdedebiliyoruz. flashback yapacak olursam, bütüne yayılan çekim tekniği ise altın sarısı tonları. atlantiğin öte yakasına giden ispanyol fatihlerin uğruna eski medeniyetleri çökerttiği, materyalizm ve zenginliğin simgesi. aronofsky'ye göre "aslolan yoldan saptıran" ilüzyon. bana göre ise filmin hazmını zorla$tırdığı, iki saat önce diktiğim bira ve midye tavanın renkleri.

    bir enstalasyona bakıp hmm çeken kofti entelektüel gibi hissederken, "finish it" nidası kafamda yankılanıyor hala.
    --- spoiler ---
    "i finished it."
    ---
    spoiler ---

    (bkz: let there be more light)


    (ent2tel - 3 Nisan 2007 02:23)

  • comment image

    1 bucuk saati agiz acik, nefes tutulmus bir sekilde gecirme sebebim..

    once yonetmenin adindan ve gecmisinden kaynaklanan tum onyargi ve beklentilerinizi bir yana koyun, sonra kafanizdaki tum sorunlari 1,5 saatligine unutun, mumkunse yalniz basiniza, bulabildiginiz en buyuk ekranda, karanlik ve sessiz bir ortamda filmi izleyin.. anlatilana kafanizi yormayin, anlatima odaklanin.. anlatimin hipnozu altinda farkedeceksiniz ki filmdeki oyuncular bosuna konusuyor.. mesaj konusmalar haric her turlu yoldan bunyenize aktariliyor.. filmin sonunda sinemanin isiklari yanip hipnoz dagildiginda 1,5 saattir ilk nefesinizi aliyormussunuz hissine kapilacaksiniz..

    ölüm bu kadar guzel olmamali..


    (bigboned - 3 Nisan 2007 17:47)

  • comment image

    bazı açılardan pi'nin tamamlayıcısı olan film. derin bir nefes alarak izlenmesi gereken bir film aynı zamanda. çünkü film boyunca nefesinizi tuttuğunuzu fark ediyorsunuz. hem de en sakin, yavaş, dingin sahnelerde bile.

    --- spoiler ---

    aronofsky anladığım kadarıyla kahramanlarını uç noktalarda dolaştırmayı seven bir yönetmen. pi'de sol yarıküresi anormal çalışan ve tüm bağlantıları anında görebilen eleman ruhunda eksik olan bir şeyler yüzünden en sonunda matkapla kafasını deliyordu. burada da -cheesy new ager terminolojisi kullanalım- "kalp çakrası" fazlasıyla açık bir adamın 1000 sene boyunca parçaları bir türlü birleştiremediğini görüyoruz. o 1000 sene içinde kafasını biraz kullanabilse bir döngüye girmiş olduğunu anlayabilirdi belki. bu durumda pi'deki zihin ile buradaki kalp bir araya geldiğinde mükemmel insanı, belki de nietzsche'nin aradığı üstün insanı buluruz bence.

    öte yandan filmin bazı eksileri var. okuduğum bazı eleştirilerde "çok güzel kimyaları var, aşkı pek güzel yansıtmışlar" denen weisz ile jackman arasındaki "aşk" bana sorarsanız zayıf kalmış. daha doğrusu jackman tarafı zayıf kalmış. bir türlü zihinlerde derinleşemiyor o aşk - tamam jackman 2006'da çılgınlar gibi bir çare arıyor ama weisz'ı göz ardı etme pahasına arıyor bu çareyi ve de çevresindeki herkese bağırıp çağırıp poz atma pahasına. tek bir insanı çılgınlar gibi sevip diğer herkesi itip kakma miti bana saçma bir ilüzyon gibi gelir hep. ya sevgi bir insanın tüm varlığına iner - bazen tek bir kişi üzerinde yoğunlaşır - ya da yoktur böyle birşey. saf bedensel haz arayışıdır onun dışındakiler. o yüzden mesela bir kediye tekme atan birisinin "ah ben seni çok seviyorum, öyle aşığım, böyle bağlıyım" demesi bana hep vücut kimyasallarına bağlılık gibi gelir. what the bleep do we know'da daha ayrıntılı olarak belirtildiği gibi.

    bu yüzden hugh jackman'in 2006 ve 2500 sahnelerinde tam oturmadığını ama 1500'de tam istediği rolü bulduğunu düşünüyorum. weisz ise constantine'de hayran olduğum bir hatundu, burada daha da arttı. özellikle 2006'daki kanserli versiyonu o kadar iyi yansıtmış ki şaşkına dönüyor insan.

    zamanın lineer olmama durumuyla ilgili son dönemde epey çok film/dizi/kitap izledik, okuduk. burada da benzer bir durum var. bitişin başlangıç olması, kuyruğunu ısıran yılan. şu meşhur benzen halkası hikayesinde olduğu gibi. 6 karbon nasıl lineer dizilir de benzenin özelliklerini gösterebilir diye epeyce bir kafayı yiyen friedrich kekule en sonunda rüyasında kuyruğunu ısıran bir yılan görür ve benzen karbonlarının aslında halka gibi dizildiğini bulur. şimdi kolektif bilincimiz yavaş yavaş zamanın böyle olabileceğini kavramaya başlıyor. zaten underground kaynakların arasına dalmış olan ve kolektif bilincin programlamasını - ki o çok güçlü bir programlamadır - bir nebze bırakabilmiş bireylerin bildiği bir şey bu. filmde de 3 zaman çizgisi paralel gidiyor ve bazen etkileşiyor da. en sonunda da son başlangıca bağlanıyor. finaldeki yıldızın ölümü ise muhtemelen çok uzun bir süre eşini benzerini göremeyeceğimiz güzellikte sahneler içeriyor. özellikle içe çöküşten sonraki sessiz birkaç saniyenin gerilimi muhteşem.

    ---
    spoiler ---

    sonuçta birden fazla izlenmesi gereken filmler listesine eklenmesi gereken bir film bu. müzikler ise en baştan itibaren olağanüstü, soundtrack'ini de bulup arşive katmak şart.


    (feritciva - 11 Nisan 2007 10:15)

  • comment image

    kendine has bir dünya kurabilmiş ender filmlerden. film hakkında tek satır bilgim olmadan gittiğimden ilk başta ortaçağda geçtiğini düşündüm. sonra mayalar girince kafam karıştı. gelgelelim hugh jackman dazlak kafasıyla ekranda belirdiğinde ve sonra onun bir kürenin içinde uçuyor olduğunu anlayınca başka bir şeyin içine girmiş olduğumu anladım. küçük prens mi istersin, maya mitolojisi mi, aşk hikayesi mi istersin, ölüm - yaşam üstüne felsefik kafa patlatmalar mı.. bu filmde hepsinden minik minik var.
    konunun çok güçlü olmadığı, müziklerin berbat olduğu, kurgunun başarısız olduğu konusundaki tüm laflara kulaklarımı tıkayıp yüksek sesle lalalalala demek istiyorum. öyle bir film ki çünkü, bugün koca sinema salonunda altı kişi ferah ferah izlerken bile zaten herkesçe sevilecek, anlaşılacak, gişe rekorları kıracak bir film olmadığı açık seçik anlaşılabilirdi. çeşitli festivallerde izleyip çoktan filmi tüketmiş geniş bir kitle var ise ben haberdar değilim, özür dilerim onlardan. gelgelelim zamanında brad pitt ile koca dudaklı güzel eşi bulaşacakmış bu filme. iyi ki olmamış, zaten gitmezlerdi. öyle yakışıklı bir film değil çünkü. onun yerine orta yaşlılığının hakkını güzel güzel veren gönüllerin pitt i hugh jackman ile güzel mi çirkin mi olduğu konusunda çeşitli spekülasyonlar yapılsa da uzun saçları, yeşil gözleriyle bebek gibi bir rachel weisz tam da bu film için biçilmiş kaftanmış zaten.
    hugh jackman, hasta karısı için mi, maymunun beynindeki tümörü bir türlü yok edemediği için mi belli değil, içli içli ağlar iken, biricik hasta karısının ensesindeki saç kökleri ile hayat ağacının gövdesindeki tüyler arasındaki nefis geçişte, sevgililer gününü dolls izleyerek kutlayan çok fena ağır aksak bir çift olarak* bizim de kol tüylerimiz havalanıyordu zaten.
    filmde bir sürü bir sürü imaj eşleştirmeleri vardı ve de pek nefisti. zannedersem elhamra sarayında -nedense bana zeynep değirmencioğlu`nun oynadığı pamuk prenses versiyonundaki sarayı hatırlattı- geçen bölümde kullanılan endülüs tarzı süslemelerin -hani prensesin arkasında yüzünü gizlediği- bir benzerinin, eşinin öldüğü hastane odasındaki buzlu camda da görünmesi ayrı nefisti mesela.
    müziklere berbat diyenlerin film müziğinden ne anladığını kestirememekle birlikte, bu filmin bir romantik komedi olmadığı, bir hit albüm bulup baştan sona çalınamayacağı çok açık zaten demek lazım belki de. ağır ağır, kendini çok hissettirmeyen, sahneleri ve atmosferi desteklemeye yönelik bir müzikti. bir film müziği bu değilse başka da bir şey olmamalıdır herhalde.
    filmden sonra pilav üstü kuru yerken, "bu ecnebi filmleri de hep konuya bir yerden isa`yı sokuyo canııım" dediğimde "ehh yeter be kardeşim din alimi kesildin" der gibi bakıp da bir şey demeyenlere inat bir kez daha diyorum ki, hugh jackman, hayat ağacına gittiğinde saç sakal karışmış bir isa idi, karnındaki yara, rönesans tablolarında sık sık görülen hz. isa`nın yeniden dirildiğinde havarilerin böööyle parmaklarını sokup çevirdikleri o yaranın aynıydı. makyajına kurban olduğumun maya adamı da ilk baba diye seslendiydi zaten adamcağıza. orada işte o maya adamını sarsıp, bu beyaz adam hiç senin babana benziyor mu demek geçmediyse içimden ne olayım. ama bu filmle tamamen alakasız bir konu zaten.


    (neriman koksal - 23 Mayıs 2007 01:16)

  • comment image

    --- spoiler ---
    filmde kullanılan en baskın simge yüzük. evlilikte kabullenmeyi ve bağlanmayı simgeleyen bu nesne filmin de merkezine oturuyor. üç karakterimiz var biri 1600 lerden, diğeri günümüze yakın bir zamanda ve sonuncusu ise uzak gelecekte. karakterimiz derken burada kastettiğim hem tom hem de isabel. bu ikiliyi üç hikayede de görebiliyoruz. ve üç hikayede de erkek karaterimizin aşık olduğu kadının hayatı sona ermek üzere.

    ilkin isabel'in vücudunu saran tümör kadının hayatını tehdit etmektedir. fountain'daki yani isabel'in yazdığı öyküdeki kraliçeyi de benzer bir kader beklemektedir. bu sefer tehdit bir engizitördür. engizitörün ispanya haritasını kanla kaplarkenki tiradını hatırlayın, vücudu saran tümör ve ispanya'yı ele geçirip kraliçeyi öldürmek niyetindeki engizitör arasındaki bağlantı gözünüzden kaçmayacaktır. engizitör haritayı kanlı elleri ile boyarken, "onun bir parçası daha elime geçti, yakında tamamı benim olacak" der. tıpkı tümör'ün vücudu ele geçirmesi gibi.

    konkistador kraliçeyi kurtarmak için engizitörü öldürmeyi hedefler. tom isabel'i kurtarmak için tümörü yok etmeyi. konkistador tam hedefine ulaşacakken, kraliçe tarafından engellenir. tom eğer isabel'i dinlemeyip son geceyi de laboratuvarda geçirmiş olsaydı, tümörün ilacını bulabilecekti. fakat iki öyküde de erkek karakter, kadın karakter tarafından engellenir. kadının hayatına kast eden unsur hayatta kalır. kraliçe konkistadoru çağırtır, isabel tom'u son gecesinde yanında kalmaya ikna eder.

    bu arada kraliçenin konkistador'a verdiği yüzüğü ve tom'un kaybolan yüzüğünü aklımızda tutalım.

    konkistador'un ve tom'un öyküsü tamamen paraleldir, tom geçmişte konkistador ise bir kurgu geçmişte aynı hikayeyi yaşar. ya da isabel kendi yaşadıklarını böyle metaforik bir şekilde hikaye etmiştir. hikayenin on ikinci bölümünü tamamlayamadan hayata veda eder. hikaye bitirilmek üzere tom'a geçmiştir.

    hikayenin "şimdi"si ise uzak gelecektedir. tom en son bıraktığımızda sevgili eşini kaybetmişti. ve hatırlarsanız, kaybettiği yüzüğünün yerine bir dövme yapmıştı. yüzük filmde ölümü kabullenmeyi simgeliyorsa, bu dövme, yani simgenin taklidi, tam zıttını yani yaşama sarılmayı ve ölümü reddetmeyi simgeler. tom için ölüm bir hastalıktır ve tedavisi vardır. tom aradığı tedaviyi bulur. ve çok uzun bir süre yaşar. küçük prens'i çağrıştıran küre içinde bir ağaç ile uzayda dolaşmaktadır.

    tom ara ara ağaçla konuşur, ona sarılır, buradaki sahneleri çoğu kişi ağacın isabel'i simgelediği yolunda yorumlamış. bana kalırsa ağaç isabel'in kendisidir. isabel'in tom'a anlattığı hikayeyi hatırlayalım. maya rehber ve babası hakkındaki, eşkiya çağrışımlı olan evet. filmin sonunda tom'un isabel'in mezarına bir tohum ektiğini görüyoruz. işte orası hikayenin sonu değil, başlangıcı sayılır.

    tom hayat ağacının sırrına vakıf olmuştur, kendisi ebedi yaşama kavuşmuştur. yanıbaşındaki ağaç isabel'in mezarında büyüyen ağaçtır ve bir şekilde isabel'in ruhu o ağacın içerisindedir. tom ara ara ağaçtan parçalar koparıp yemektedir, böylece ölümsüzlüğe kavuşur. nihai amacı ise bir hastalık olarak adlandırdığı ölümü tamamen oratadan kaldırmaktır; xibalba'nın, ölmek üzere olan bir yıldızın, küllerinden isabel'i tekrar dünyaya getirmek, tekrar yaşatmak. tom kürede geçirdiği yıllarda, ölümü reddetmenin simgesi olarak, parmağına çizdiğine benzer yüzlerce yüzük çizer koluna. böylece yıllar, yıllar, yıllar boyunca kendisi ve sevdiği kadın, uğruna ölümü yendiği kadın, bir başlarına uzayda ilerlerler.

    hedefe varmalarına az kalmıştır, ama isabel tom'a sürekli bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır. filmin bilge karakteri kadındır. kadın ölümü kucaklamıştır, ondan korkmaz, onu kabul etmiştir; yüzük isabel'in parmağındadır. ve tom üçüncü kez başarısızlığa uğrar. sevgilisi ölür.

    bu son ölüm tom'un aydınlanmasını tamamlar. tom ölümle arasındaki savaşı bitirir ve ölen bir yıldızın tam kalbinde yaşamına son verirken, isabel'in öyküsünü de tamamlar. işte tam bu noktada yüzük ortaya çıkar ve tom yüzüğünü parmağına geçirir. kabullenmenin ve bağlılığın sembolü, ölümü kucaklamanın sembolüne dönüşür.

    kısıtlı kelimeler ve kısıtlı zamanla, yalnızca bir kere seyretme fırsatım olan bu muhteşem filmi kısaca böyle yorumladım. üzerine düşünürken, izlerken aldığımdan çok daha fazla zevk aldığım filmde, daha pek çok simge gönderme ve anlatım mevcut.

    son olarak, aranofsky doğu mistisizmine sarmış, moda olmuş tiki olmuş diyenler için, filmde maya ve budist mistisizminin kullanılmış olmasına şöyle bir yorum getirilebilir; filmin sonunda, tom ölümle barışı sağlar, budizimde de bizim bildiğimiz anlamda bir son, bir ölüm söz konusu değildir. ölüm bir başlangıçtır, ızdıraba açılan bir pencere değil. bu sebeple tom'un aydınlanmasının böyle bir fonda işlenmiş olması doğal ve hatta çok estetik.

    sonuç itibarı ile, anlatılacak, ya da sadece izlenilecek bir film değildir, üzerine düşünülecek, tadı zamanla vücudumuza yayılacak bir filmdir the fountain. tıpkı 2001 gibi, yerin dibine sokanlar tarafından bir süre sonra baş tacı edileceğinden şüphem yok.

    ---
    spoiler ---


    (uzunbinik - 22 Ağustos 2007 01:36)

  • comment image

    aronofsky'nin ölümsüzlük temasını işlediği filmidir.

    --- spoiler ---

    birinci hikayede; tümörler üzerine bir projede çalışan tommy (hugh jackman) -ki eşi izzy (rachel weisz) hastadır ve tommy'nin hayvanlar üzerine yürüttüğü bu çalışmalar eşinin de kurtuluşu için bir umuttur- eşi ölmeden önce bir sonuca ulaşamaz ve eşini kaybeder.

    ikinci hikayede; izzy'nin yazmış olduğu kitaptaki ülkesi işgal tehlikesi altındaki ispanya prensesi isabel (rachel weisz), emrindeki rütbeli askerlerden thomas'ı (hugh jackman) mayaların tapınağını ve oradaki ölümsüzlük ağacını bulması için görevlendirir. ancak tapınaktaki rahip, thomas'ı öldürmek üzeredir.

    bu iki hikayeye parelel olarak ilerleyen üçüncü bir hikayede de; tom creo (hugh jackman) şibalba'ya ulaşmaya çalışmaktadır.

    ilk hikayede izzy'nin ölmesi ile aronofsky mesajı verir: ölümsüzlüğe çare aramaya gerek yok, ölüm de bir şekilde hayatı devam ettirme yoludur. öldüğümüzde asla tam olarak ölmüş olmayız. ölümden sonra da bir şekilde yaşam devam etmektedir, farklı formlarda bile olsa. önemli olan bunu anlayabilmektir ve asıl ölümsüzlük işte bu bilinçle gelecektir.

    üçüncü hikayedeki tom creo şibalba'ya varamadan ölümsüzlük ağacının ölmesiyle bilinç yolculuğunu da tamamlamış olur. izzy ondan çok daha önce bu bilince ulaşmıştır zaten. ölümsüzlük ile ilgili bilinç düzeyine ulaşan tom creo kısa bir süre sonra şibalba'ya ulaşmış olur. ve o da artık ölümsüzdür bir anlamda.

    tom creo'nun bu bilinç düzeyine ulaşmasıyla, ispanya prensesinin görevlendirdiği thomas kendisini öldürmek üzere olan maya rahibinden kurtulmuş olur ve ölümsüzlük ağacına ulaşır. ölümsüzlük ağacının suyundan içer ve ölümsüzlük ağacı onun vücudundan tekrar büyür. bu aslında ölüm ile ilgili bilinç düzeyinin ölümsüzlüğü getirdiği metaforudur.

    izzy'nin mezarına da tommy ölümsüzlük ağacının tohumunu dikmektedir.

    hikayeler birbirleri ile bazen paralel ve bazen iç içe ilerlerken ne olduğunu anlamadan film biter.

    damağınızda bi tat kalmıştır, ölüm ile anlatılan ölümsüzlüğün kekremsi tadı.

    ha bu arada aronofsky'nin sinema dilini ve kullandığı metaforları neredeyse zirveye çıkarttığını söylebiliriz. ölümsüzlük ağacının tüyleri ile izzy'nin ensesindeki tüyleri hikayeler arası geçişte kullanması ve finish it sözünün her üç hikayeye de puzzle parçası gibi oturtulması, aslında anlatılan hikayelerin birbirinden hiç de bağımsız olmadığını gözümüze sokar. hiç bir şey söylemeden bu ve benzeri metaforlarla geçişleri izleyiciye normalleştiren aronofsky'nin bu filmdeki en büyük artısı da budur.

    ---
    spoiler ---

    not: bu kadar karışık anlatmak zorunda kalınmasının tek sebebi filmin kendisidir.


    (tehlikeli tutunamayan - 10 Ocak 2011 00:09)

  • comment image

    önce warner bros.'un bütçesini "iş yapmaz bu, çok karışık" diyerek bir hayli azalttığı, daha sonra da brad pitt'in ayrıldığı(pitt'in senaryoya göre sakal uzatması gerekiyordu ve bu sakalı için gelen tepkiler yüzünden filmden ayrıldığı söylentiler arasındaydı)(bir başka söylenti de pitt'in warner bros.'un bütçeyi bayağı bir daraltması ve senaryoya müdahele etmesi üzerine film çekimlerinde sorun çıkması ve fazla beklememek için ayrıldığı), bu ayrılması yüzünden şirkete tazminat ödemek zorunda kaldığı *, aronofsky'nin yıllarca senaryosu üzerinde çalıştığı, senaryonun yazımında ari handelin de emeğinin olduğu, süresiz ertelenmiş film.


    (dark exile - 23 Ağustos 2003 07:52)

  • comment image

    bu kadar merak edilen bir filmle ilgili olarak sağdan soldan gözümüze çarpan haberleri derleyip toplamak boynumuzun borcudur.

    60.000 $ ile pi’yi ve 5 milyon $ ile requiem for a dream’i çekebilmiş bir insana warner bros’un 100 milyon $’ı aşan bir bütçe ile kucak açmasını takiben yaklaşık 4 senedir proje üzerinde dönen kara bulutlar pek hayıra alamet değil. “ben mutlaka bu filmi çekmek istiyorum” diyerek wb yöneticilerine kafa tutan ve çeşitli tekklifleri elinin tersiyle iten aronofsky’nin film hakkında söylediği şu sözler, belki de sinema tarihinde tek tük örneğine rastlanabilecek bir takım garipliklere alamet:

    “it has been birth, death, rebirth for this film, which is interesting because it is very much what the movie is all about as well. each time the movie has died and come back, it has come back leaner and meaner…”

    filmin temelinde yaklaşık 1.000 yıla yayılan bir aşk hikayesi ve ölümsüzlük vaadeden bir çeşme olduğunu düşündüğümüz zaman, 35 yaşındaki yönetmenin söyledikleri de bir anlam kazanıyor.

    projenin ölüp ölüp dirilme hikayesi ise herkes için oldukça sancılı olmuş. 2002 senesinde tüm ekip çekimlere başlamak için avustralya’da hazır halde beklerken, başrol için anlaşılan brad pitt “senaryodaki bazı bölümler hakkında emin değilim” bahanesini öne sürerek vazgeçmiş. eli boş bir halde avustralya’dan uçağa atlayıp los angeles’a dönen aronofsky ise kendisine teklif edilen batman begins projesini bir diğer “sofistike” yönetmen christopher nolan’a devrederek, the fountain’a daha obsesif bir şekilde dört elle sarılmış.

    montreal’deki çekimleri nihayet tamamlanan ve artık post-production masasına yatırılan filmin başrolünde wolverine olarak gönüllerimize giren hugh jackman yer alıyor. jackman’dan sonra dikkat çeken ilk isimler ellen burstyn ve rachel weisz. imdb’ye göre cate blanchett projede gözükmüyor.

    1500’lü yıllarda tom verde isimli bir ispanyol conquistador olarak beyaz perdeye yansıyacak olan jackman, senaryoya göre filmin 3. sahnesinde, yanına aldığı 2 askerle birlikte gizemli bir maya tapınağına dalıyor. mayalar tarafından kıskıvrak yakalanan ve tapınak rahibinin huzuruna karga tulumba götürülen jackman’ın yer aldığı bu sahne bile sadece başlı başına 15 milyon $’a patlamış. (eh kaba ve saçma bir hesapla, sadece bu sahneye harcanan parayla 250 tane pi, 3 tane requiem for a dream çekilebilirmiş.) aronofsky sahne üzerinde tam 6 sene düşünmüş, taşınmış, değişiklikler yapmış. eh bunları okuyunca insan merak etmeden duramıyor ama yine de bağımsız bir yönetmenin hollywood imkanlarını sonuna dek kullanıp ortaya bir hayal kırıklığı çıkartması endişesini de beraberinde getirmiyor değil.


    (arsonist - 21 Mart 2005 17:12)

Yorum Kaynak Link : the fountain