Süre                : 2 Saat 14 dakika
Çıkış Tarihi     : 01 Mayıs 1998 Cuma, Yapım Yılı : 1998
Türü                : Cinayet,Drama,Tarih,Romantik
Taglar             : Fransız devrimi,polis vahşeti,Katolik kilisesi,Romana dayalı,Erkek bağladı
Ülke                : İngiltere,Almanya,ABD
Yapımcı          :  Mandalay Entertainment , TriStar Pictures
Yönetmen       : Bille August (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Victor Hugo (IMDB)(ekşi),Rafael Yglesias (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Christopher Adamson (IMDB)(ekşi), Kathleen Byron (IMDB)(ekşi), Ben Crompton (IMDB)(ekşi), Claire Danes (IMDB), Lennie James (IMDB)(ekşi), Toby Jones (IMDB)(ekşi), Hans Matheson (IMDB)(ekşi), Liam Neeson (IMDB)(ekşi), Alex Norton (IMDB), Frank O'Sullivan (IMDB), Julian Rhind-Tutt (IMDB), Geoffrey Rush (IMDB), Uma Thurman (IMDB), Edward Tudor-Pole (IMDB), Peter Vaughan (IMDB)

Les Misérables (~ Sefiller) ' Filminin Konusu :
Sefiller, suç karşıtı bir ekibe katılan genç bir adamın hikayesini konu ediyor. Stephane, Paris banliyölerinden Montfermeil’deki suça karşı savaşan Suçla Mücadele Timi’nin yeni üyesidir. Yeni ortamına adapte olmaya çalışan Stephane, birliğin deneyimli üyeleri olan Chris ve Gwada çıktığı devriyede, mahalledeki çeteler arasındaki gerginliğin hızlıca yükseldiğini fark eder. Ekip, tutuklama yaptığı sırada olay kontrollerinden çıkar ve büyük bir kargaşa meydana gelir. Bu sırada yaşananlar onlar fark etmeden bir drone tarafından çekilir. Artık onlar istemese de çıkan gerginliğin bir parçası haline gelir.


  • "1500 sayfayi askin, tasvirlerle, karakter tahlilleriyle ve bi dolu kisi ve olayla suslu eser, tek basina javert bile romanin buyuklugunu kanitlamaya yeter.."klasik" kelimesini en iyi tanimlayan ornek"




Facebook Yorumları
  • comment image

    1500 sayfayi askin, tasvirlerle, karakter tahlilleriyle ve bi dolu kisi ve olayla suslu eser, tek basina javert bile romanin buyuklugunu kanitlamaya yeter.."klasik" kelimesini en iyi tanimlayan ornek


    (ari - 29 Nisan 2000 21:26)

  • comment image

    1998 yılında çekilen versiyonun kadrosuna baktığınızda çok ilginç bir şey fark ediyorsunuz. isimlerin çoğunda aynı harf 2 defa geçiyor. örnekler:

    liam neeson
    geoffrey rush
    reine brynolfsson
    kathleen byron
    ian cregg
    paola dionisotti
    louis hammond

    bu müthiş klasik için yazdığım entry'e bak... utanç vesikası olarak dursun.


    (coder - 5 Mart 2012 10:43)

  • comment image

    bizim zamanimizda ..diye baslayacagim, kusura bakmasin kimse ama mazeretim var; gercekten eski zamanlardaydi bu anlatacagim, nedeni var buradan baslamamin:
    yaz'in gelmesi okulun bitmesi demekti ve bu biraz buyumus, "sen artik sokakta oynayacak yasi gectin, oyle sokak sokak gezilmez" 'le eve tıklmıs kiz cocuklari icin tam bir faciaydi. "okul yok madem, bulasiklari sen yika", "su odanin tozunu aliver"le gunler gecmek bilmezdi. deniz kiyisindaki sehirlerde akrabasi olanlar sansli sayilirdi. o bile iyi bir yaz gecirmek icin garanti degildi. kiz cocuklari oyle her yere akraba evi bile olsa yollanilmazdi.

    o zamanlar, diye baslayacagim, ama cok gecmedi ki, bir cogunuzun anne babalarinizin cocuklugu. halimiz harap, ne televizyon var ne telefon, ne bilgisayar oyunlari var ne internet, ne iphone, ne youtube, simdiki gibi belki seyirci'den pay alabilir miyim diye canini disine takmis birbiriyle yarisan onlarca dizi de yok daha. trt1 ve trt2 var. klasik bati muzigi, klasik turk muzigi filan.

    aksamdan aksama da "arkasi yarin" yayinliyor, cok sevdigim bir de fon muzigi var arkasi yarinin: "exodus" henry mancini'den. ne alaka demeyin, -ve ya deyin-cunku ben de cozemedim hala. ama "din diiiin din diiin din din din diiin di-diiiin'i duyunca kosuyoruz radyonun basina; cocuk cocuk, anne baba, evde kim varsa artik. ama bu aksaaaamdan aksaaaama gelen yarim saatlik eglence kafi gelmiyor. ne kadar eve gelen hanimlarin gunluk problemlerine- belli etmeden -kulak kabartip vakit gecirmeye calissak da olmuyor, yapacak baska seyler gerekiyor. iste o zaman yardimimiza kosuyor bir sey. hani anne babalariniz "biz o kadar cok okurduk ki, butun yaz kitap okuyup butun klasikleri devirirdik" dedikleri olay bu! yoksa o tatil kolay gecmiyor, o gunler bulasik yikamakla bitmiyor. kitabi alip bir koseye cekilip tolstoy'larin, dostoyevski'lerin, viktor hugo'larin dunyasina kacip giderek anca bitiyor o uzun yaz gunleri. simdi anladiniz mi neden ve nasil o kitaplari okuduk, bakin sirrimizi da size vermis bulunuyorum, bu iyiligimi de unutmayin bu arada.
    acikcasi yuzlerce kitabi -ki gercekten simdi dusundugumde bile nasil olup okuduguma sastigim- okuduk bizler, yararini gordum mu? belki, ama konumuz simdi o degil.
    konumuz: cocuklar. buradan les miserables e nasil varacaksin diye soracaklara biraz sabirli olun diyorum ve konuya giriyorum.

    cocuklarima bakiyorum, buyuk orta okulda, yaz geliyor, hic sorunlari yok, okul bitiyor diye uzulen filan yok, tersine, aman bitsin diye gun sayiyorlar, kitap okuyacaklar, vakitlerini oyle gecirecekler diye seviniyorum, ama hevesim kursagimda kaliyor. victor hugo da kim? diyor benim onun yasindayken okudugum yazar icin buyuk kizim, sefilleri neden okuyayim? biz seneye 'catcher in the rye okuyacakmisiz, o da bana yeter" diyor. ilerde iyi yazabilmek icin cok okumak gerektigini anlatmak istiyorum ama dinleyen kim? yaz kampi var, evde sadece birkac kanali acik olsa da bir televizyon var, telefon var. ama daha internet yok, var da bizim evde yok. chat yok, ve en guzeli; facebook yok. ne kadar sansli oldugumu daha o zaman bilmiyorum.

    acik birkac televizyon kanallarindan birinde les miserables'i seyrediyorum birgun. harika bir yapim, aklima harika bir fikir geliyor. kitabini okumazlarsa bari muzikalini bilsinler diyorum, muzikalin kasedini alip eve geliyorum. surekli teybe koyuyorum, dinliyorum, giderek onlar da sevmeye basliyorlar. sonunda butun sarkilarini ailecek soyleyebilecek duruma geliyoruz, babalari bile, (nedendir bilinmez) "master of the house, watering the wine" demeyi seviyor. iki satir ama olsun. konu, kitabin yazilisina, olaylarin tarihine, nasil ve neden oyle gelistigine, sefaletin nedenlerine, fakirlige, ve "one day more"un ne demek olduguna geliyor, evet kitabi okumuyoruz ama kitap hakkinda herseyi konusup ogreniyoruz.

    yillar geciyor. cok kitaplar okunuyor sonradan. kutuphaneler kitaplari almaz oluyor. cocuklar evden ucup gidiyor.

    birgun kizim bizi yasadigi sehire cagiriyor. ""les miserables"'in son gunu. bilet aldim, gelin beraber seyredelim" diyor. gidiyoruz, eteklerimiz zil calarak.

    one day more diye bitiyor oyun. kizimla birbirimize bakiyoruz, ikimiz de aglamisiz. beni kucakliyor.
    "tesekkur ederim anne" diyor.

    anneler babalar iste boyle gunler icin yasiyor.


    (faralya - 4 Eylül 2012 08:44)

  • comment image

    film versiyonu benim icin ilklere imza atmis roman.

    sikintili bi tip oldugum halde ilk kez bi film, hem de bu kadar uzun oldugu halde, bitmesin istedim.
    ilk kez yanimdakinden utanmadan salya sumuk agladim (en son titanik'te bu kadar duygulanmistim ama cikista aglarim diye kendimi tutmustum, cikista da ankarali turgut caliyordu yalan oldu).
    ilk kez anne hathaway denen kadin icin "keske bunun yerine baskasini oynatsalarmis" diye dusunmedim.
    ilk kez ingiltere'de hafta arasi bu kadar dolu bir sinema salonu gordum.
    ilk kez ingiltere'de film bitiminde butun salonun filmi alkisladigina sahit oldum (ama cikista histerik bi turk arkadasa rastladim, alkisi onun baslatmis olmasi kuvvetle muhtemel).
    ilk kez cocukken okudugum bir hikayeyle yeniden karsilastigimda hayal kirikligina ugramadim (yalniz ben jean valjean'in kendisi yerine mahkum olmaktan kurtardigi adam kaderin garip bir cilvesiyle papazi olduruyodu diye hatirliyodum hep, siktim siktim kendimi o an geldigimde aglamayim diye yalan oldu, dalyan gibi devrimciler sapir sapir dokulurken koptum, en son sahnede cennetteki devrimciler kisminda zaten nefes falan alamiyodum).

    neyse. benim icin ilklerin filmi olarak hatirlanacak film. cok guzel filmdi be. keske bastan bi daha izlesek, hayat o kadar uzun olsa...

    edit: hayat o kadar uzun olmasa da ikinciye izlendiginde de aglatan...


    (regina phalange - 16 Ocak 2013 01:06)

  • comment image

    --- spoiler ---
    bütün film boyunca ağlamış biri olarak, bana en çok dokunan sahne anne hathawayin i dreamed a dream söylediği sahneydi. içim parçalandı ya lan. bir zamanlar herkes gibi umutları olan genç bir kızın, kandırılması, itilip kakılması, çocuğuna bakmak zorunda olduğu için fahişelik yapmak zorunda kalması, hayatta onu sevip kollayan kimsenin olmaması, ve hayatının artık hayal ettiği gibi olmayacağını kanıksadığı o an, şişmiş gözlerle hıçkıra hıçkıra haykırması, insanın içine işliyor.

    diğer favori performansım da on my own oldu. karşılıksız aşk gibi klişe bir tema da olsa, aşk denen şeyin sadece kendi kafanızda yarattığınız bir ilizyon olduğunu, siz dünyanızı o kişi için durdurmuşken, onun dünyasının her zamanki gibi döndüğünü suratınıza tokat gibi çarpıyor.

    bir de o fransız devrimcileri harcadılar ya. yazıklar olsun! (bkz: do you hear the people sing)

    ---
    spoiler ---


    (aimee - 19 Ocak 2013 23:08)

  • comment image

    bu akşam oturdum dedim oscar ödülüne aday göstermişler ben bunu bir izleyeyim dedim. ama hiçbir önbilgiye bakmaksızın. sonra gittim google'a "les miserables izle" yazdım. çözünürlük önemli tabi masraftan kaçınmamak lazım dedim bir de araya 720p sıkıştırdım. ilk sonuca baktım gayet yerinde herşey neyse pop-up ları felan atladım başladım izlemeye. ama bir sıkılıyorum bir sıkılıyorum anlatamam. bi' yerden sonra patlayacak herhalde film, kopacak felan derken 102. dk bitti film de bitti. "oscara aday göstereceğiniz filmi yemişim, kitabın aynısını duygusuz duygusuz oynamışlar, hem bunda anna hathaway oynuyordu dediler neden ben göremedim" diyorum. döndüm bir daha baktım bi' yanlışlık mı var diye mnskym meğer ben 1998 yılında çekilen liam neeson'un oynadığı les miserables'i izlemişim. şimdi gidip kafamı duvara sürtüp kıvılcım çıkartıcam.


    (in god we trust - 21 Ocak 2013 22:21)

  • comment image

    aslında bu filmin türkiye'de gösterime girmesi bile hata. sineması müzikal alanda sadece ferdi tayfur ve küçük emrah filmleri çıkarabilmiş bir ülkede garipsenmesi, aşağılanması, komik bulunması çok normal. işte böyle eloğulları les miserables çeker biz de celal ile ceren izleriz.


    (bir tane daha yiyeyim sonra birakicam - 9 Mart 2013 00:02)

  • comment image

    anlatacagım olay cok unlu bir fransız yazarın dedesinin basından gecmiştir.nazıler almanyaya girince paristeki butun dukkanlara hitler ve musolini resimlerinin asılmasını emrederler.bu nedenle her dukkan tek tek kontrol edilir ,malumunuz bas karakterimizinde kucuk bir kitap satıs dukanı vardır.birgun kapısı calar ve naziler içeri girer ,hiçbir duvarda resim goremeyince uyarmakla yetinirler.ikinci gun yine gelirler yine resim goremeyince uyarı biraz daha sertlesir.eger yarında aynı manzarayla karsılasılırsa tutuklanacagı ima edilir ,ertesi gun sabah erkenden dukana gelen askerler ,musolininin ve hitlerin resmini bu sefer vitrinde gorurler ,ortalarında ise bir kitap ---> sefiller


    (libertarian - 7 Mayıs 2004 12:35)

  • comment image

    victor hugo'nun yazarken bol bol madde kullandığını, kafasını bir türlü veremediğini düşündüğüm 1500 sayfalık tuğla gibi eser.

    yazar bey kitap boyunca durmadan konudan konuya atlıyor, konuların hiçbirini birbirine bağlayamıyor, ortaya karman çorman bir şey çıkıyor. mesela hikayenin bir yerinde durup dururken hikayeyi anlatmayı kesiyor ve 100 sayfa boyunca konudan tamamen bağımsız olarak napolyon'un waterloo savaşını, savaşta kullanılan taktikleri, hücum varyasyonlarını, hangi ordunun nereden nasıl hücum yaptığını, hangi tümende kaç zayiat olduğunu filan en ince ayrıntılarına kadar anlatıyor da anlatıyor. siz sabırla "acaba bunu ana konuya nasıl bağlayacak" diye okuyorsunuz ve sonunda hiçbir şey olmamış gibi ana konuya dönüyor ve bunu hiçbir şekilde ana konuya bağlamıyor. başka bir yerde 50 sayfa boyunca paris'in kanalizasyon ve lağım sistemi ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor da anlatılıyor. ha o dönemde yazarlara yazdıkları kelime başına para ödendiği için yazılan kitaplar da lastik gibi uzatılır, araya konuyla alakasız detaylar, tanımlar, diyaloglar ve uzun uzun betimlemeler eklenirmiş. victor hugo da bunu yapmışa benziyor.

    bir de hikayede birbiriyle çelişen o kadar çok yer var ki bir yerden sonra artık dikkatinizi vermeyi bırakıyorsunuz ve hikayeyi bir roman değil de birbiriyle alakasız 15-20 kısa hikayenin bir araya getirilip paketlendiği bir öykü kitabı gibi okumaya başlıyorsunuz. zaten kitap piyasaya ilk çıktığında da eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmuş.

    gerçi türkiye'de okullarda genelde bunun 1500 sayfalık aslı yerine 350 sayfalık sadeleştirilmiş özet versiyonu okunduğu için bunlar kolay kolay göze çarpmaz. genelde dünya klasikleri "kutsal kitap" seviyesinde görülür. bu kitaplara yapılan en ufak eleştirilere "tövbe de çarpılırsın" tepkisi verilir. halbuki her kitap eleştirilebilir olmalıdır.


    (kelly bundey - 11 Ekim 2019 10:00)

Yorum Kaynak Link : les miserables