Çıkış Tarihi     : 07 Ekim 1965 Perşembe, Yapım Yılı : 1965
Türü                : Cinayet,Drama
Taglar             : Kısmen kaybedilen tv dizisi,Başlığında sayı
Ülke                : İngiltere
Yapımcı          :  British Broadcasting Corporation (BBC)
Yönetmen       : Michael Hart (IMDB), Gilchrist Calder (IMDB), Geoffrey Nethercott (IMDB), Rodney Bennett (IMDB), Piers Haggard (IMDB)(ekşi), James Ferman (IMDB), Philip Dudley (IMDB), Tristan de Vere Cole (IMDB), Brian Farnham (IMDB), Mary Ridge (IMDB), Rudolph Cartier (IMDB), Mark Cullingham (IMDB), Donald McWhinnie (IMDB), Herbert Wise (IMDB), John Glenister (IMDB), Michael Hayes (IMDB), John Matthews (IMDB), Roderick Graham (IMDB), Naomi Capon (IMDB), Hugh David (IMDB), Tina Wakerell (IMDB), Gareth Davies (IMDB), George Spenton-Foster (IMDB), Alan Bridges (IMDB), Alan Gibson (IMDB), David Andrews (IMDB), Claude Whatham (IMDB), Christopher Barry (IMDB), Oliver Horsbrugh (IMDB), Elsa Bolam (IMDB), Anne Head (IMDB), Henri Safran (IMDB), James Brabazon (IMDB), Robert Knights (IMDB), Christopher Morahan (IMDB), Douglas Camfield (IMDB), Peter Duguid (IMDB), John Mackenzie (IMDB), Toby Robertson (IMDB), David Saire (IMDB), Tony Wickert (IMDB), Bill Craske (IMDB), John Warrington (IMDB), Eric Hills (IMDB), Elizabeth Small (IMDB), Suzanne Neild (IMDB), Keith Williams (IMDB), Colin Cant (IMDB), Mike Newell (IMDB), John Hefin (IMDB), Philip Saville (IMDB), Paul Ciappessoni (IMDB), Barry Hanson (IMDB), George Fox (IMDB), Richard Martin (IMDB), Paddy Russell (IMDB), Anthea Browne-Wilkinson (IMDB), George R. Foa (IMDB), John Gibson (IMDB), Waris Hussein (IMDB), Vivian Matalon (IMDB), Ridley Scott (IMDB), Bill Sellars (IMDB), Ronald Wilson (IMDB), June Wyndham-Davies (IMDB), Peter Dews (IMDB), John Gorrie (IMDB), Brian Hulme (IMDB), Brian Miller (IMDB), William Slater (IMDB), John Tydeman (IMDB), Michael Bakewell (IMDB), Gerald Blake (IMDB), James Cellan Jones (IMDB), David Giles (IMDB), James MacTaggart (IMDB), Malcolm Taylor (IMDB), Derrick Goodwin (IMDB), Mischa Scorer (IMDB), Michael Tuchner (IMDB), Basil Coleman (IMDB), Jack Gold (IMDB), Ken Hannam (IMDB), Vere Lorrimer (IMDB), Ben Rea (IMDB), Clive Rees (IMDB), Michael Apted (IMDB), Alan Clarke (IMDB), Alan Cooke (IMDB), Peter Cregeen (IMDB), John Hopkins (IMDB), Brian Parker (IMDB), David Rose (IMDB), Michael Simpson (IMDB), Voytek (IMDB), Ian Wyatt (IMDB), Simon Langton (IMDB), Ian MacNaughton (IMDB)
Senarist          : Don Shaw (IMDB)(ekşi),Arden Winch (IMDB)(ekşi),Derek Hoddinott (IMDB),Innes Lloyd (IMDB),Robin Smyth (IMDB)(ekşi),John Mortimer (IMDB),Charlotte Plimmer (IMDB),Denis Plimmer (IMDB),Jean Benedetti (IMDB),Rhys Adrian (IMDB),David Hodson (IMDB),Gerry Jones (IMDB),Roald Dahl (IMDB),Jim Allen (IMDB),Keith Dewhurst (IMDB),Dawn Pavitt (IMDB),Derrick Sherwin (IMDB),Terry Wale (IMDB),Barry Bermange (IMDB),Frank Clements (IMDB),Maurice Edelman (IMDB),Bernard Aspen (IMDB),Roy Minton (IMDB),Cecil P. Taylor (IMDB),Peter Brent (IMDB),James Hanley (IMDB),Hugh Leonard (IMDB),Hugh Whitemore (IMDB),Fay Weldon (IMDB),Nicholas Bethell (IMDB),Thomas Clarke (IMDB),John Finch (IMDB),Alun Owen (IMDB),Jack Trevor Story (IMDB),Julia Jones (IMDB),Vickery Turner (IMDB),John Bowen (IMDB),John Wiles (IMDB),Tom Stoppard (IMDB),William Douglas-Home (IMDB),Laurence Collinson (IMDB),Jeremy Paul (IMDB),Hugo Charteris (IMDB),Ewart Alexander (IMDB),Carey Harrison (IMDB),John Spurling (IMDB),Philip Martin (IMDB),Ron Berry (IMDB),Willis Hall (IMDB),Mavor Moore (IMDB),Tom Clarke (IMDB),David Rudkin (IMDB),Jonquil Antony (IMDB),Philip Levene (IMDB),Pauline Macaulay (IMDB),James Saunders (IMDB),Robert Storey (IMDB),Jean Stubbs (IMDB),Peter Van Greenaway (IMDB),Tennessee Williams (IMDB),Clive Barker (IMDB),Marc Brandell (IMDB),Victor Carin (IMDB),M. Charles Cohen (IMDB),James Ferman (IMDB),Janet Fisher (IMDB),George R. Foa (IMDB),Alan Gosling (IMDB),Simon Gray (IMDB),Peter Hammond (IMDB),Alfred Hayes (IMDB),Owen Holder (IMDB),Paul Jones (IMDB),Peter Lewis (IMDB),Henry Livings (IMDB),Stewart Love (IMDB),Sheila MacLeod (IMDB),Frank Marcus (IMDB),Slawomir Mrozek (IMDB),Dennis Potter (IMDB),William T. Powers (IMDB),Clancy Segal (IMDB),David Weir (IMDB),Raymond Williams (IMDB),Michael Ashe (IMDB),Tim Aspinall (IMDB),William Bast (IMDB),Peter S. Beagle (IMDB),Charles Castle (IMDB),Gwen Cherrell (IMDB),Peter Coke (IMDB),Eric Colthart (IMDB),Pat Flower (IMDB),Robert Gould (IMDB),John Hall (IMDB),Tony Holland (IMDB),P.C. Jersild (IMDB),Evan Jones (IMDB),Frank Norman (IMDB),Brian Phelan (IMDB),Alun Richards (IMDB),Claude Stephenson (IMDB),John Westgate (IMDB),Paul Wheeler (IMDB),Robert Moore Williams (IMDB),William Woods (IMDB),Brian Wright (IMDB),Rod Beacham (IMDB),Ray Butler (IMDB),David Campton (IMDB),John Foster (IMDB),Kon Fraser (IMDB),David Hopkins (IMDB),John Howlett (IMDB),James Joyce (IMDB),Leo Lehmann (IMDB),Barry Letts (IMDB),Desmond Lowden (IMDB),John Lucarotti (IMDB),Shaun MacLoughlin (IMDB),David Rolfe (IMDB),Maggie Ross (IMDB),Robert Rudelson (IMDB),Donald Tosh (IMDB),Friedrich Dürrenmatt (IMDB),Edward Etler (IMDB),Robert Furnival (IMDB),Michael Hayes (IMDB),Robert Holles (IMDB),Franz Kafka (IMDB),Stanislaw Lem (IMDB),Robert David MacDonald (IMDB),Colin Morris (IMDB),Frank O'Connor (IMDB),Allan Prior (IMDB),Graham Seal (IMDB),Janusz Wasylkowski (IMDB),Gerald Wilson (IMDB),Adeline Collier (IMDB),Andrew Davies (IMDB),Shelagh Delaney (IMDB),Euripides (IMDB),James Gibbins (IMDB),George Layton (IMDB),Tony Perrin (IMDB),Conn Ryan (IMDB),Leslie Thomas (IMDB),Keith Waterhouse (IMDB),Lida Winiewicz (IMDB),Saul Bellow (IMDB),Rodney Bennett (IMDB),Campbell Black (IMDB),Anton Chekhov (IMDB),Ian Curteis (IMDB),Elisaveta Fen (IMDB),John Gale (IMDB),James Leo Herlihy (IMDB),Sean Hignett (IMDB),Raymond Hitchcock (IMDB),Richard McNeff (IMDB),David Snodin (IMDB),Dennis Woolf (IMDB),Howard Barker (IMDB),Samuel Beckett (IMDB),Howard Brenton (IMDB),Caryl Churchill (IMDB),Brian Clark (IMDB),David Cregan (IMDB),Brian Finch (IMDB),Patrick Garland (IMDB),Rayner Heppenstall (IMDB),Reg Hill (IMDB),Arthur Hopcraft (IMDB),John Hopkins (IMDB),Donald Howarth (IMDB),B.S. Johnson (IMDB),John Loveday (IMDB),Alan Plater (IMDB),Jean Rhys (IMDB),Jack Rosenthal (IMDB),William Trevor (IMDB),E.A. Whitehead (IMDB),Peter Everett (IMDB),Alfred Fagon (IMDB),David Mercer (IMDB),Peter Prince (IMDB),Snoo Wilson (IMDB)
Oyuncular      : Robin Chadwick (IMDB), Donald Sinden (IMDB)(ekşi), Deborah Lavin (IMDB), Helen Lindsay (IMDB)(ekşi), Paul Moriarty (IMDB)(ekşi), Tenniel Evans (IMDB), Leslie Sands (IMDB)(ekşi), Bryan Pringle (IMDB)(ekşi), David Langton (IMDB), Clive Swift (IMDB), Charles Gray (IMDB), Richard Pearson (IMDB), Lyndon Brook (IMDB), Lee Montague (IMDB), Moray Watson (IMDB), John Moore (IMDB), Ewan Hooper (IMDB), Amanda Barrie (IMDB), Alethea Charlton (IMDB), Kenneth Colley (IMDB), Donald Burton (IMDB), Gordon Gostelow (IMDB), John Collin (IMDB), Keith Barron (IMDB), John Castle (IMDB), John Carlisle (IMDB), Leonard Rossiter (IMDB), Nigel Davenport (IMDB), Stephanie Bidmead (IMDB), Petra Markham (IMDB), Geoffrey Matthews (IMDB), Malcolm Reynolds (IMDB), Bridget Armstrong (IMDB), John Carlin (IMDB), Colin Blakely (IMDB), Derek Newark (IMDB), Joe Melia (IMDB), John Franklyn-Robbins (IMDB), Martin Jarvis (IMDB), Barrie Ingham (IMDB) >>devamı>>


  • "bir avuç dümbüğün yine "fular ehehe" "şal ehehe" zayıf şakalarını yaparak eğlenmeye çalıştığı film.fena avanaksiniz yemin ediyorum. insan her defasında aynı şakayı tekrarlamaktan utanır."
  • "somineye odunlarin atildigi an, o paralar yanacak dedim. cunku cehov."




Facebook Yorumları
  • comment image

    67. cannes film festivali basın toplantısında, çok yerinde, çok güzel şeyler söylemiş nuri bilge ceylan:

    "sanatçının görevi gazeteciden de öte, toplumun güncel olayların farkında olmasını sağlamaktan da öte, daha başka bir şey olmalı. o kültüre yeni bir anlayış enjekte etmek gibi... mesela japonya’da söz gelimi ufak bir olayda bir insan istifa ederken türkiye’de etmiyor... çok daha büyük olaylarda hiç kimsenin istifa ettiğini görmüyoruz. ama eğer sanat aracılığıyla biz o kültürün içine onur, gurur ya da utanma duygusu gibi duyguları enjekte edebilirsek, yani insanların utanma eşiklerini düşürebilirsek başka bir deyişle, belki bunlar olacaktır. sanatçı daha çok böyle bir şeye hizmet etmek zorunda, durumunda; yoksa bir olayda suçluları bulmak ya da o olayın insanlar tarafından duyulmasını sağlamak, bu daha çok gazetecilerin yapması gereken bir iş gibi geliyor; tamam sanatçı da yapabilir, o da işe yarar, fakat öbürü daha önemli geliyor bana. insanların ruhuna sızmak bir şekilde, sanat yoluyla... çünkü sanattan başka bir şey yapamıyor bunu kolay kolay. kendi zayıf taraflarımızla yüzleşmek mesela... bu da mesela bizim kültürümüzde çok yaygın bir şey değildir, insanın kendini kandırması daha kolaydır doğulu toplumlarda."


    (dumurzi - 18 Mayıs 2014 16:18)

  • comment image

    bir avuç dümbüğün yine "fular ehehe" "şal ehehe" zayıf şakalarını yaparak eğlenmeye çalıştığı film.

    fena avanaksiniz yemin ediyorum. insan her defasında aynı şakayı tekrarlamaktan utanır.


    (reddediyorum - 25 Mayıs 2014 12:22)

  • comment image

    çehov'un resimlisi.

    peşinen söyleyeyim, övgülerim filme değil, oyunculuklara olacak. o da melisa sözen'in değil de haluk bilginer'le demet akbağ'ın oyunculuğuna olacak. özellikle de artık neredeyse komediyle özdeşleşmiş bir oyuncu olan demet akbağ'ın beni çok şaşırttığını söylemem gerek. abla karakterini harika canlandırmış. necla'nın o iç sıkıntısını, o sorgulayıcılığını, o iğneleyici ve biraz da alıngan tavırlarını yansıtışına hayran olmamak elde değil. haluk bilginer'se son derece rahat ve her zamanki gibi kudretli. tam bir lokomotif oyuncu, filmi başından sonuna dek sürükleyip götürmüş. o rolde o olmasaydı kim olabilirdi bilemiyorum, bu açılardan harika bir oyuncu seçimi olmuş. melisa sözen'in, özellikle nihal karakterinin eşiyle yüzleştiği o gece konuşmasında -ki o karakterin en önemli sahnesi buydu- başarılı olduğunu söylemek mümkün olsa da, diğer oyuncularla kıyaslandığında sönük kaldığını ise rahatlıkla söyleyebilirim. neresi spoiler içerir, neresi içermez ayırmak zor, o yüzden -eğer okuyacaksanız- entry'nin devamına filmi izledikten sonra inmenizi tavsiye edebilirim.

    filmde zaman ve mekân önemsiz, kişiler ve diyaloglar ön plana çıkıyor. örneğin, kapadokya'nın adı bile geçmiyor ya da hangi yılda olduğumuzu, kasaba dışındaki dünyada neler döndüğünü bilmiyoruz. ucundan kıyısından bir pepee görüyoruz, biraz da 04 şubat 2013'ü gösteren bir duvar takvimi, hepsi bu. bu açılardan tamamen soyutlanmış bir yaşam alanında birbiriyle didişmekten başka hobi bulamayan insanları izliyoruz. uzayıp giden ama derinlikli diyaloglar sıkıcı olmanın aksine son derece ilgi çekici ve akıcı ilerliyor, filmin en önemli yanı kesinlikle bu.

    üç tane ana karakter var. yaşı geçkin ve varlıklı bir aktör eskisi, onun dul ve "zor" kız kardeşi ve yine onun genç ve güzel eşi. bir mekâna hapsolmuş ve çıkamıyor gibiler. hatta çıkacak gibi oldukları zaman bile akılları geride kalıyor, o kadar uyuşmuşlar ki yavaş yavaş ölüyor gibiler.

    aktör eskisi olan aydın, mal mülk sahibi olmasına karşın, bunların nasıl yönetileceğinden, nerede nasıl davranılması gerektiğinden ve hayatın gerçekliğinden epey uzakta, tamamen sanatla, kitaplarla, gazete yazıları ve okur mektuplarıyla uğraşmak istemektedir. aydın karakterini genellikle kibirli, hayatın tüm yönlerine vâkıf olamadığı halde vâkıfmış gibi davranan, geçmişte yaşayan ve geleceğe dâir umut vermeyen, kendisinden başka herkesi aşağılamaya meyilli, klasik bir türk enteli özentisi gibi gördüm. eleştiriye açık gibi görünse de aslında bundan hoşlanmayan, kendine kurduğu dünyanın dışında yaşayan kişilerden kopuk, hevesli fakat boş uğraşlarla zaman kaybeden ama bunun bile farkında olamayan -üzülerek- epey zavallı bir adamdı. kendisinden hoşlanmadım ve bu hoşlanmayış nefret etmek ve acımayla karışıktı.

    eşi olan nihal ise, içten pazarlıklı, hayattan ne istediğini bilemeyen, amaçsız ve donanımsız bir kadındı. o kasabada, kendisinden hayli yaşlı bir kocayla yaşamaya başlayıp bunun sonuçlarını önceden öngöremeyecek kadar şuursuz bir toyluk içinde acı çekmeye kendini mahkum etmiş gibiydi. ne kadar istesem de ona hiç acıyamadım. necla ise favori karakterim oldu. "kötülüğe karşı koymamak" konulu fikirlerine kısmen katılmamakla birlikte söylediği her sözün altını dolduran, çok aklı başında ve mantıklı bir kadındı. kendisini sözleriyle kıran aydın'a bile bozulacak kadar sevdim onu ki aydın'ın din ve maneviyata ilişkin yazılarını nefis bir şekilde hallaç pamuğu gibi yerden yere savurması muazzamdı. onun ülkesine ve insanına olan yabancılığına aldırış etmeden üst perdeden kestiği rolleri yüzüne çarpışına hayran kaldım, ayağa kalkıp alkışlayasım geldi, çünkü aklımda ne varsa bir bir saydı. "senin her zaman çok daha iyi bir yerlere geleceğini düşünmüştük ama olmadı" cümlesiyle üç kız kardeş oyununda -profesör olması beklenirken sıradan bir memurlukta kalan- andrey'e çıkışıyordu sanki. (üç kız kardeş/@kirlikedi)

    filmi içiçe geçmiş üç ayrı film gibi değerlendirdim kafamda. ilki aydın-necla çekişmesi, diğeri aydın-nihal yüzleşmesi ve geri kalan kısımlar (hamdi'li, hidayet'li, suavi'li sahneler). geri kalan kısımlar bana göre "epey geri" kaldı, son derece kopuk ve dağınıktı. dolayısıyla içiçe geçmiş gibi değerlendirdiğim filmlerden en çok hoşlandığım kısım aydın-necla çekişmesi oldu. fakat film boyunca karşımıza çıkan detayları da epey sevdiğimi söyleyebilirim. mesela terlik detayı, ömer şerif detayı, geveze öğretmen detayı. mesela aydın'ın bu öğretmenden hoşlanmayışının sebepleri çok mantıklıydı, onu önemsemeyişini hatta ona defalarca levent yerine bülent diye seslenişini de yine başarılı bir detay olarak gördüm. öğretmen rolündeki nadir sarıbacak'ı daha önce "uzak ihtimal"de izlemiştim. hayran kalınacak kadar olmasa da kotarılmış bir oyunculuk sergilemiş.

    filmin en sevdiğim sahnelerinden biri ise -belki de en sevdiğim sahnesi- hamdi hoca otele gelip de aydın'ın odasına girdiğinde, hamdi'nin ayak kokusundan rahatsız olan aydın'ın halihazırda oturduğu yerden hiç üşenmeyip ayağa kalkarak pencereye yöneldiği ve "burası havasız kalmış" deyip aslında misafirinin ayak kokusundan duyduğu rahatsızlığı sesli ve kibirli bir şekilde dile getirdiği sahneydi. aydın'ın ekşimiş yüzü ve hamdi'nin ayaklarını üstüste koyarak içine girdiği ezik ve mahcup tavırlarıyla, o ayak kokusunu iliklerimize kadar duyduğumuz, o ayak kokusunun burnumuzun direklerini kırdığı ve sızlattığı bir sahne oldu o.

    en hoşlanmadığım ve anlamsız bulduğum sahnelerse fakirlik içindeki hamdi ve ailesiyle nihal'in sahneleriydi sanırım. hele o babaanne karakteri hiç olmamış gibiydi. filmin bütününe bakıldığında "ay bunu da buraya koyalım da iki gülsünler" denmiş gibiydi. son dakikalarda oyuna sürülen forvet oyuncusundan beklenen şey o teyzeden beklenmişti sanki, bu da biraz sakil durmuştu açıkçası. nejat işler'li sahnelerden de fazla hoşlaştığımı söyleyemeyeceğim. hatta nihal'in o ev ziyaretini filmden komple çıkarsalarmış diye bile düşündüm.

    velhasıl yine çokça karamsarız. "aslında bi sevişseler hiçbir şeyleri kalmayacak üç kişinin hikâyesi" diyerek filmi epey magazinselleştiresim var ama yapmayacağım, derli toplu bir son olsun istemekteyim. orada bir yerlerde herkesin gitmek istediği bir istanbul var ama kimsede oraya gitme cesareti yok, uyumak üzereler, aslında donuyorlar ve ölüyorlar, sadece farkında değiller. öylesine tatlı bir uyku sarıyor ki onları -buna bir kış uykusu deyin ister- ona teslim olmayı, gerçeklerle yüzleşmekten daha keyifli buluyorlar.

    sinema ödüllerini son derece subjektif ve epeyce siyasi bulduğumdan fazla önemsemem, fakat film boyunca yakamı bırakmayan bir his varsa o da palme d'or kazanmış bir filmi altyazısız izlemenin ne kadar mükemmel bir şey olduğunu bize yaşattığı için nuri bilge ceylan'a teşekkür etme isteğidir.


    (kirlikedi - 14 Haziran 2014 01:58)

  • comment image

    kış uykusuna yatmış boz ayı gibi izlediğim film.

    --- spoiler ---

    yanan sobanın titreyen aydınlığında v for vendetta vardı. camus 'un meursault 'u vardı, sheakspeare'nin kibirli tiradları vardı. dostoyevski'nin şöminede para yakan ateş kadar gözü kara budalaları, çehov'un küçük ve yıkıcı dünyası vardı.

    bu ülkenin her aydını gibi kardeşi necla'ya, karısı nihal'e, kiracılarına, yaşadığı dünyaya yabancılaşmış aydın bey vardı. dudak kenarlarında istihza dolu gülüşler, kimi zaman yargılayan ve kimi zaman bağışlayan şefkat vardı. affedeni dipsiz kuyulara iten vicdan vardı. başkasından gelebilecek her kötülüğe boyun eğen ve bu şekilde kötüyü ıslah edebileceğini düşünen necla vardı.

    dinsiz ve mağrur ismail, ailesi ve kardeşi için gururun her türlüsünü ezip geçmiş imam hamdi hoca vardı. babalar tanrı gibidir. tanrısına dokunanları gözleriyle yok etmek isteyen küçük ilyas vardı. hidayete erememiş ve aydın beyin aptalca iyiliğine ve dalgınlığına katlanamayan hidayet vardı. bozkırın ortasında şiirsiz ve kadınsız yaşamaya alışmış suavi vardı.

    aydın bey'in merhametinden yararlanıp bozkırın soğuk kucağına doğru dörtnala koşan doru kapadokya atları, bu merhametten zerre nasiplenmeyen kar tavşanları vardı. özgürlüğe gönderdiği at kadar olamamıştı aydın bey. saplanıp kalmıştı mağarasına. sabahları güne parlak fikirlerle uyanıp, akşama kadar budala budala gezen öğretmen levent/bülent vardı. soğuk bozkırın ortasında sıcak bir nefesti onun için nihal. nereye ve ne zaman gideceğini bile bilmeyen, yolun bağrına düşmüş motorcu çocuk vardı.

    yabani atın kovalanması, suyun içerisindeki boğuşma, zaptedilmesi sahneleri mükemmeldi. yine atın ahırdaki duruşu, çıkardığı sesler, isyanı ve sonunda özgürlüğe koşuşu da mükemmeldi ve fazlasıyla iç acıtıcıydı.

    aydın bey'in odasının ışığı, yansımalar, insan yüzleri, fotoğraflar çok güzeldi.

    hamdi hoca film boyunca müthiş bir iç sıkıntısı yarattı. kardeşi ismail kadar net bir kötü değildi, görünüşte saygılı ancak tipik borç ödemeyen ve ayaküstü kırk yalan atan, araya cami cemaatine vaaz verir tonda akıcı söylevler katan, yılışık, yapışık, pişkin, özür dilerken bile kabahat işleyen, arsız insan tipiydi. ancak filmin sonunda fotograf bütün boyutlarıyla önümüze konduğunda hamdi hocaya haksızlık yaptığımı gördüm. hamdi hoca, işten atılan kardeşini, ailesini, yegenini, hasta ve nazlı annesini geçindirmeye çalışan, aileyi ayakta tutmaya çalışan aslında iyi şahsiyetti. el öpüp, özür dilemek istemeyen yeğenini ikna eden de hamdi hoca'ydı. kriminal kardeşini ıslah edip ayakta tutmaya çalışan da o. kira alamayıp, üzerine yeğeni arafından arabasının camı kırılan mülk sahibine gidip boyun eğen de o. televizyonsuz duramayan, hasta anasını da eğleyen yine o. bütün o parasızlık ve çaresizlik içerisinde sırf ailesini ayakta tutmak için 10 kilometrelik yolu karda kışta defalarca yürümeyi göze alan da o.

    nihal müthiş itici bir karakterdi. ilk sahnede aydın bey'e gelen yardım isteğine yönelik olarak sergilediği yaklaşım yeterince iticiydi. bir de necla'nın eski kocasına dönmek istemesi noktasında kendisiyle yaptığı fikir alışverişi esnasında yaptığı yorumların sonunda yılan gibi tıslayarak "sen bilirsin, sonuçta senin hayatın" gibi sözler edince allahtan necla ağzının payını verdi de, ben de rahat bir nefes aldım.

    aydın bey, nihal ilişkisi hakkında yorum yapmıyorum şimdilik. bu çok detaylı bir konu, bir başka yazı konusu olabilir.

    hamdi hoca ve hidayet'in, aydın bey'in yanında nazik davranıp buldukları ilk fırsatta ana avrat küfür etmeleri de güzel bir detaydı. hele hidayet'in tren istasyonunda kayıp yere kapaklanırken sessizce ettiği küfürler çok güzeldi. yine tren istasyonunun 3'lü bankında hidayet'in tüm ısrarlarına rağmen bankın kapı tarafına (soğuk geliyor diye) kaymayan köylü kurnazı adam da çok hoştu. hidayet'in ismail'e çocuğun arabaya taş atmasının hesabını sorarken bazen "bu çok önemli olay" gibi davranması, bazen de "yaw tamam neyse fazla büyütmeyelim" demesi de komikti. aydın çalışırken necla'nın gelip arkadaki kanepeye kedi gibi yatması ve sürekli aydın bey'i lafa tutması, bazen konuşmayıp sırf orda uzanarak aydın bey'i germesi, sonunda aydın bey'in bu konuda haklı isyanı ve "sen orada olunca sırtım uyuşuyor" demesi de güzeldi. en son sarhoş muhabbeti, levent/bülent öğretmenin coşması sheakspeare'den soneler okuyarak laf sokması, masayı abartılı bir şekilde yumruklaması, mimikleri, aydın bey'in ona misliyle cevap vermesi, aydın bey'in kusması da ilgi çekici sahnelerdi. hamdi hoca'nın anasının paralı (özel) doktor talebi, hamdi hoca'nın çoraplı ayaklarını ezik bir şekilde üstüste koyuşu, kadın terliği getirildiğinde bunu utanarak kabullenmesi ve terliği giyişi, küçük ilyas'ın babasını dövenlerle aynı mesleği yapabilmek için matematik çalışması iç acıtan sahnelerdi.

    neticede kalın bir dostoyevski kitabıydı bu film.
    izledik.
    bitmedi.

    ---
    spoiler ---


    (ankaragucume gidiyor boyle yasamak - 18 Haziran 2014 14:27)

  • comment image

    metroda otobüste yanına oturan tulumu kirli emekçiye burun kıvırıp tiksinen gözlerle bakan, soma faciası sonrası da sosyal medyada profil fotoğrafını vakit kaybetmeksizin maden işçisi yapan yavşak burjuvazinin suratına bu ikiyüzlülüklerini tokat gibi çarpan nbc'ın altın palmiye ödüllü son filmidir.

    izleyin, izlettirin.


    (alabamaclarence - 1 Temmuz 2014 11:55)

  • comment image

    birkaç farklı izleme/okuma pratiğinin ardından filme dair yeni-yorumlar:

    a) imam kardeşimizin (hamdi rolünde serhat kılıç) aydın'ın (haluk bilginer) çalışma odasında giymek zorunda bırakıldığı kadın terliği: evet, ilk başta aydın'ın (yazdığı yazılarda imamı yerin dibine sokacaktır) temsil ettiği değerlere, inanç sistemine yabancı olan bu adamın dışarlıklı varlığına yapılmış bir atıf gibi duruyor. şu haliyle bulunduğu ortama yabancıdır. orada, o ortamda istenmediğinin bir simgesi gibidir o bir çift küçük terlik. sınıf çelişkisini de görünür kılar ayrıca bu küçük kadın terliği. bu okuma düzlemleri kanımca yüzey yapı ile ilgilidir ve filmi anlamlandırdığı, katmanlarını zenginleştirdiği ise kesindir. ama eksiktir gene de. iste burada önemli bir meseleye geliyoruz: bir çift kadın terliği, derin yapıda, bekâr olduğunu kendisi de dillendiren imamın bastırılmış eşcinselliğine yapılmış bir atıf olarak okunabilir mi? mümkün. üstelik evlenmeyişini evin geçimini sağlamak zorunda kalışına bağlayarak sosyal çevrenin üstüne gelmesini de kendince engellemiş görünüyor. evlenseydi, karısı da o evde yaşamayacak mıydı? yani sofraya bir tabak daha ilave edilmiş olacaktı. bunun kendisinin kastettiği gibi fakirlik edebiyatıyla hiçbir ilgisi yok bana kalırsa. dolayısıyla onunki basitçe eşcinsel eğilimlerinin üzerini örtme girişimi olarak kavranabilir.

    b) aydın'ın sahibi olduğu, kâhyası hidayet'in (ayberk pekcan) kullandığı araç sürekli bozulur. bazen marş basmaz, arada sağından solundan ses gelir. hidayet aracı birkaç kez sanayiye götürür. ismail'in (nejat işler) oğlu ilyas (emirhan doruktutan) da camını kırar. kısacası aydın aslında bu araca benzer. onun da bir tamire ihtiyacı vardır. tıpkı bozuk arabası gibi o da maraza çıkartır, hafıza kayıplarına uğrar, az evvel ne söylediğini unutur; dün görüştüğü kişiyi bugün hatırlamakta zorluk çeker. karısı nihal'in (melisa sözen) kendisine söylediklerini de çabucak unutur. kız kardeşi necla (demet akbağ) ile kavga ettiğini bile unutmuş gözükür, çünkü hidayet onun kahvaltı haricinde odasından çıkmadığını söylediğinde oralı bile olamz, işkillenmez. bu haşin söz kavgasını da anında unuttuğu bellidir.

    c) kış uykusu sevgisiz ve yalnız karakterlerin filmidir. hiçbir karakterin hiçbir karakteri tam manasıyla sevdiği söylenemez. buna çaresizlik duygusu da eşlik etmektedir. ilyas, babasını bu hale sokan aydın ve hidayet'ten nefret eder, ama cam kırmak haricinde bir şey yapmakta çaresizdir. nihal kocası aydın'dan nefret eder ama ondan kopup ayrılamaz, yeni bir hayata başlamaktan korkar. hidayet yöre halkından nefret eder ama onu hep aydın dizginler. öğretmen levent (nadir sarıbacak) aydın ve aydın gibilerden nefret eder ama bunu imalı lafların ardına sığınarak belirtme gereği duyar. gene de onların iktidarına yenilir. onları sevmez ama birlikte ava gider. aydın da ondan ve arkadaşlarından çapulcu diye söz eder. aydın da kimseyi sevmez aslında. kendisini düşünen bencil insanlardan biridir sadece. imam hamdi, hidayet ve aydın'dan nefret eder ama çareyi arkalarından küfretmekte bulur. yüzlerine karşı bir şey söyleyemez, sadece her defasında biraz daha köpekleşir. nihal, görümcesi necla'yı küçümser, onun orada kendilerinin yanında kalmasından hoşnut değildir. karşılıklı nefret ilişkisi daha birçok karaktere genellenebilir.

    edit: imla


    (hanging rock - 9 Temmuz 2014 03:51)

  • comment image

    sürekli filmin uzunluğuna vurgu yapıp, vay be, o kadar da sıkıcı değilmiş, diyen sinemaseverler sanırım hep kısa metraj izliyorlardı.

    birçok sinefilin yere göğe koyamadığı the godfather 175, devam filmi 200, once upon a time in america'nın director's cut versiyonu ise 229 dakikadır. daha tonla örnek verebilirim!

    demek ki neymiş, uzun filmler de çekiliyormuş! artık papağan gibi aynı şeyi tekrarlamayın da filmi okuyun, iki orijinal bir şey söyleyin!

    edit: imla


    (hanging rock - 15 Temmuz 2014 23:05)

  • comment image

    bu seneki oscar ödüllerinde ''en iyi yabancı film'' dalında türkiye'nin adayı olan film.

    bir kez daha zaytung'tan gelsin;
    ''türkiye, okumadığı bir romancının ardından şimdi de izlemediği bir yönetmenin kazandığı uluslararası başarının gururunu yaşıyor''


    (kediler krallara bakabilir - 4 Ağustos 2014 11:54)

  • comment image

    haluk bilginer ile demet akbağın başbaşa kaldığında yapılan tartışmaya hayran kaldığım film.
    hayran kalmakla kalmadım, yazıya da döktüm. senarist olamayacağımı da anladım aynı zaman da.
    20 dk'lık, el emeği, söz dökümü.
    en güzel laf da şu: yardım severlilik, aç köpeğin önüne kemik atmak değildir. en az köpek
    kadar aç olduğunda kemiğini onunla paylaşmaktır.

    h+
    d-
    +bugün fatmayla pazara gitmeyecek miydiniz siz?
    -fatmaya git dedim sen, benim canım istemedi.
    +bitirdin mi benden aldığın kitabı?
    -çoktaaan.
    +eee ne diyorsun, çevirmeye değer buldun mu?
    -valla uğraşmama değeyecek bir şey değil bence.
    çalışmanı bölmeyeceksem bir şey sorabilir miyim?
    +tabi, ama allah aşkına kötülüğe karşı koymamakla ilgili bir şey olmasın,
    damar yakaladım, kaybetmeden bitirip göndereyim şunu diyorum.
    -heyecanına bakılırsa altın madeni bulduğun belli.
    +yok canım, valla, önceki yazıya devam yazıyorum.
    birincisi baya ilgi çekmiş anlaşılan.
    -yapma ya
    +hhhmm, vehbi söyledi,gazeteyi arayıp imalı konuşanlar falan olmuş.
    -canım vehbiyi bilmiyor musun? gastesinin hiçbir etkisi olmadığını izlemek
    için gelen tepkileri abartmayı pek sever. o yazıda bir şey yoktu ki.
    +bence de öyledi ama, bilemiyorum artık.
    -sen niye bulaşıyorsun ki böyle işlerle, tiyotrocu adamsın, iyi bildiğin konularda yazsana.
    +iyi de yazacağını sen seçmiyorsun ki neclacım, çoğu zaman. konu seni seçiyor bir yerde.
    -tabi ki isteyen herkes, her konuda konuşmak ve yazmak özgürlüğüne sahiptir, ona diyeceğim yok
    ama ortaya çıkan eserin ona göre olacağı gerçeğini kabul etmek lazım o zaman.
    +ne gibi?
    -yani, kendisini belli bir konuya adamış olan birinin o konuya bakışıyla, amatör bir bakış arasında
    haliyle belli bir fark olacağını söylüyorum.
    +ama bazen dışarında bakan birinin daha iyi görebileceğini düşünmüyor musun?
    -valla, bu durumda pek öyle düşünmüyorum.
    +hangi durumda?
    -şöyle söyleyeyim, geçen gün oturdum okumamı istediğin yazının dikkatli okudum, sonra hızımı alamadım
    başka yazılarına da göz attım.
    +eee
    -daha önce o kadar dikkat etmemişim herhalde, bu sefer baya farklı geldi.
    +ne açıdan farklı?
    -ya, ne bileyim işte, nihal okudu mu bunları?
    +onun yazılarımla pek ilgilendiğini sanmıyorum.
    -insan kocasının neler yazdığını merak etmez mi ya?
    +bilmem, eder mi? belki de gizli gizli okuyordur ne bileyim.
    -okuyordur bence
    susarak eleştirmek konusunda uzmandır o.
    +onun yeteri kadar objektif olabileceğine de inanmıyorum zaten canım, neyse. eee
    -ya valla, ben olsam bu kadar cesur davranamazdım herhalde.
    +hangi konuda?
    -yani böyle, çok bilmediğim bir husularda gazete köşesinde ahkam kesme konusunda.
    +ahkam kesme? ooo, baya kötü bulmuşsun yazıları sen anlaşılan.
    -yok canım, öyle kötü olduklarını söylemiyorum da, yani daha çok başka bir şey.
    +başka bir şey, kötü değil, başka bir şey. nasıl bir şey?
    -yani böyle...
    +nasıl? gamsız?
    -yok sıfat bulamadım tam şimdi.
    +zararsız? böyle şeyler mi demek istiyorsun?
    -bilemiyorum belki
    +hmm. ağzından bal damlıyor bugün.
    -gerçekçi olmaya çalışıyorum.
    +valla bravo, ne diyeyim.
    -ama istiyorsan öyle olmayabilirim de.
    +yapacak bir şey yok, cin şişeden çıktı bir kere.
    -ama birine fikrine soruyorsan, sonucuna katlancaksın ya da hiç sormayacaksın.
    +evet, doğru söze ne denir.
    -eskiden bir çoğumuz sana hayrandık. senin baya önemli işler yapacağını,
    hatta ünlü biri olacağını düşünürdük. ama öyle olmadı.
    +hıııı, dağ fare doğurdu yani. beklentilerinizi karşılayamadığım için üzgünüm.
    -yok canım, senin suçun yok tabi ki. çıtayı yükseklere koyan bizdik sonuçta.
    +aaa, iyi bari bak. bunla teselli olabilirim işte.
    peki ya bozkırda açan çiçekler? ona ne diyorsun?
    -valla açık söyleyeyim, asıl böyle düşünmeme neden olan esas yazı da o.
    +nasıl yani?
    -nasıl söyleyeyim, vıcık vıcık romantizm, hiç inandırıcı durmayan naif bir kendine
    inanç var gibi. hiç risk almıyor bir kere. yazar sanki, herkes tarafından kabul
    görmüş pozitif değerlere sahip çıkarak kendini sevdirmeye çalışıyor gibi.
    hani vardır ya şiirsellik kisvesi altında, bazen ortalık böyle buram buram
    leş gibi duygu kokmaya başlıyor.
    +baya sinir olmuşsun sen.
    -bu uslubu pek sevmediğimi itiraf etmeliyim.
    +evet yani, dediklerin doğruysa benim yazmayı tümden bırakmam gerek.
    -yok canım, bunlar sadece benim penceremden görünenler.
    +evet tabi, neyse ki senin gibi düşünmeyenler de var.
    -vardır tabi ki. kimmiş onlar?
    +bakıyorum merak ettin?
    -hayır yani sen söyledin diye.
    +hmmm
    -bu arada bozulmuyorsun değil mi söylediklerime?
    +yok canım.
    -emin misin?
    +belki biraz.
    -ne de olsa bir yazar eserlerine karşı hassas olabiliyor, kırılabiliyor.
    ama hallederim merak etme. sen de tane tane cümlelerle anlaşılır bir eleştiri
    yapmıyorsun ki güzelim. söylediklerinin arkasında hep başka şeyler gizli gibi.
    rahatsız edici olan o. yani bir noktadan sonra yazılardan değil benden nefret ettiğini
    düşünmeye başlıyorum, anlatabildim mi?
    -saçma
    +e öyle yani, bi de tabi çok farklıyız. onu da kabul etmek lazım.
    çok farklı bakıyoruz senle birçok şeye, hayata. zaten ne olacaktı ki. doğalı
    da bu galiba. çünkü insan yaşlandıkça spesifikleşiyor, kemikleşiyor. yani
    senin beğenmemen normal gelmeye başlıyor bir yerden sonra. belki de olması gereken
    bu bilmiyorum. hatta, belki de, benim açımdan sevinilmesi gereken bir şey bu.
    anlatabiliyor muyum? neyse işte. aslında bu konuyu çok da uzatmak istemiyorum da.
    -nasıl da zeytinyağı gibi üste çıkmayı başarıyorsun, inanılmaz.
    kendini aklayacak bir formül bulmayı başardın yine hemen.
    +necla allah aşkına, kapatabilir miyiz şu konuyu? sen bir şey sormak istediğini
    söylememiş miydin demin geldiğinde?
    -yok artık, geçti üstünden.
    +yo yo, ne sorucaktın sor.
    -şu demin gönderdiğin yazı ne hakkında, onu sorcaktım.
    +yok, bence onu sormayacaktın.
    -hayır, onu soracaktım.
    +peki söylüyorum. din, min, edebiyat şu bu. senin ilgi alanına girecek şeyler
    değil yani.
    -ayyyhhh. şu mesele. bulmuşsun dişine göre bir kurban. etinden sütünden
    faydalanıyorsun. bıraksana şu adamcağızın peşini.
    +necla! sinirleniyorum artık. ne alakası var ya.
    -asıl senin ne alakan var, dinle, imanla, maneviyatla.
    ya hayatında bir kere olsun camiye mi gittin? bi kere dua mı ettin de
    dinden, maneviyattan bahsediyorsun.
    +yav, din hakkında yazmak için ille de camiye mi gitmek lazım? olur mu öyle saçma
    şey.
    -tuturmuşsun adamın ayak kokusu diye hocanın. sana ne adamın ayak kokusundan.
    adam taaa, 10 km yolu yürümüş gelmiş, bu karda, ayazda, bu soğukta o ayaklarla.
    girmiş içeri mecbur kalmış.
    +necla! sen tam olarak ne diyorsun ya?
    -ya bırak. allah aşkına. anlıyorsun pekala ne demek istediğimi.
    +hayır, hayır, hayır. anlamıyorum.
    -peki o zaman şöyle söyleyeyim. annesinin, babasının mezarı önünde tek bir damla
    gözyaşı dökmemiş, hatta bir gün bile mezarlarını ziyaret etmemiş birinin
    maneviyattan bahsetmesini samimi bulmuyorum ben.
    +ağlamanın senin bilmediğin başka yolları da var necla hanım.
    -iyi, peki. devam et o zaman. keşke benim de kendimi kandırma eşiğim seninki kadar
    düşük olabilseydi. o zaman belki kolaylıkla yapmaya değer şeyleri bulur, bu can
    sıkıntısından kurtulabilirdim belki. temçik pilavı gibi aynı konuları geveleyip
    durmaktan nasıl da sıkılmıyorsun, anlamıyorum.
    +bir kere sürekli aynı konuların üstüne gitmek yani, ısrarcı olmak, derinlere
    nüfuz etmenin yeni bir şeyler yaratabilmenin başlıca koşullarından biridir. ikincisi
    sıkılmak ne demekmiş ya. sıkılmak için hiçbir zaman bir saniye bile vaktim olmadı benim.
    ayrıca sıkılmak denen duygunun son derece lüks bir duygu olduğunu düşünüyorum
    bugünkü şartlarda.
    -ne yani, dünkü şartlarda lüks değildi de bugünkü şartlarda mı lüks?
    +peki o zaman, şöyle söyleyeyim. can sıkıntısı her zaman lüks olarak
    nitelenecek bir şeydir oldu mı şimdi?
    -offf. o kadar farklıyız, o kadar birbirimize zıt ruhlar taşıyoruz ki, yani.
    bazen kardeş olduğumuza inanmakta güçlük çekiyorum.
    +kardeşler birbirine benzeme zaten. biri çalışkansa, öteki tembel olur.
    biri akıllıysa öteki budala olur. birisi sosyalse öteki içe kapanık olur falan
    böyledir yani.
    -yani
    +yani normal yani.
    -istanbul gibi bir yeri bırakıp da, buraya, yanınıza yerleşmeyi nasıl kabul ettim
    nasıl böyle bir şey yaptım, hala inanamıyorum kendime. bu uyuşuk yerde
    ruhum karardı gitti ya.
    +valla ben evim, odam, kitaplarım nerdeyse kendimi oralı hissederim.
    başka bir yere de ihtiyaç duymam. hem bu insanın kendine bir dünya yaratabilmek
    kendini oyalacağı bir şey. sen sıkılıyorsun, çünkü hiçbir şey yapmadan öyle süzülüp
    duruyorsun güzelim. saldın kendini iyice. eskiden çeviri meviri yapıyordun, iyiydi.
    şimdi onu da yapmıyorsun. ee sıkılırsın tabi. çalışmak lazım. tutku lazım.
    çalışmadan geçen bir hayat, dürüst ve namuslu bir hayat değildir diye bir laf var biliyorsun.
    -çalışmaktan ne anladığınla alakalı bir şey o. çalışmak derken, manasızca haldur huldur
    debelenmek kastedilmiyor orada.
    +ne kastediliyor peki?
    -kafasında daha fazla fikir barındıran biri, diğerlerinden daha eylemci sayılır.
    hiçbir şey yapmasa bile.
    +haaa, anladım. düşünüyorum diyorsun yani.
    -hadi ben ne yapacağımı bilmiyorum. hayatta bana yön verecek güçlü meraklarım da yok.
    peki sen ne yapıyorsun? en güzel yıllarını ne idüğü belirsiz, senle hiç alakası
    olmayan çalışmalarla tüketiyorsun. simyacı gibi hiçbir işe yaramaz ıvır zıvırla
    uğraşmaktan bıkmadın mı daha. ayyh. valla, seni böyle gördükçe içim sıkılıyor.
    +ne diyorsun necla, allah aşkına ya. ters tarafından mı kalktın ne yaptın?
    alttan aldıkça zıvanadan çıkmaya başlıyorsun hemen.
    -sakin ol.
    +gözünü seveyim ya. bunca yıl sonra bile uslanmayıp boşanmana şaşırmamalı.
    sen bu sivri dili bırakmazsan, hiçbir erkek çekmez seni bak söyleyeyim.
    -üzüm üzüme baka baka kararır lafı ne kadar da doğruymuş.
    +ne demek o? hangi üzümden bahsediyoruz?
    -seninkinden, ikiniz de iyice benzemeye başladınız.
    +tabi nihale uğramadan olmaz değil mi?
    -hakkımda böyle şeyler düşündüğünüze emindim zaten. umrumda bile değil
    +bunlar benim düşüncelerim. nihalle alaksı yok.
    -allah aşkına bırak, o yardım meleği pozlarında dolaşıp durmuyor mu ortalıkta, böyle
    bir bok yapıyormuş gibi. insanları küçümseyen bakışlarla süzüp duruyor,
    sinirimi bozuyor.
    +ee sen bir şey yapmıyorsun diye biz suçlu mu olduk şimdi?
    sen de yap. sana yapma diyen mi var? yap.
    -yardım severlik piyasa yapmanın yeni adı oldu çıktı bu evde.
    hayat boyunca hiç çalışmamış, hiç para kazanmamış bir kadının günah çıkarma merasimi.
    neyin günahını çıkarıyorsa.
    +kız canım alla alla
    -yardım severlilik, aç köpeğin önüne kemik atmak değildir. en az köpek
    kadar aç olduğunda kemiğini onunla paylaşmaktır.
    +yav, herkes kendince bir şeyler yapmaya çalışıyor, didiniyor.
    ne yapalım yani? ne yapalım?
    -durup da kendine bir sor bakalım. bu çalışıp didinmekten ne anlıyorsun acaba?
    +ne anlayacağım. ben ne diyorum, sen ne diyorsun. ne alakası var şimdi?
    -o çukurdan çıkaracağın şeyi başkaları çoktan çıkarmış. sen hiç merak etme.
    sen artık suyu havanda dövme boşu boşuna. hiç. ne kadar uğraşsan, boş.
    yeni bir şey çıkmaz, yeni bir şey çıkaramazsın.
    +sen bir şey söyle o zaman, yeni ne? ne demek yeni yani?
    -düşünce alanında çalışan sensin, ben değilim. ben öğretecek değilim sana.
    +benim düşüncelerim evrensel bir kere. onun için ilk bakışta eskimiş
    gibi görünebilir ama
    -bir kere gerçekçi ol ya. n'olur. bırak, bir kere gerçekçi ol.
    +gerçekçi olmaktan söz edene bak ya. sanatla uğraşmak, insanların manevi gelişimi
    için didinmek simyagerlik oluyor öyle mi?
    -dediğim şu, senin benim gibi düşündüğünü iddia eden insanlar kendinizi daha büyük
    sorunların çözümüne adasaydınız böyle uğraştığınız bu ıvır zıvır şeyler kendiliğinden
    yan basit çalışmalara çözülüverirdi. bir kenti tepeden görmek için balona binip
    havalansan, ister istemez, ırmakları, ağaçları kırları da görürsün. ama yok.
    sizin düşünceniz aynı yere çakılıp kalmış. uyuşuk, korkak, tutucu.
    +görüyor musun? sonsuz bir döngüye girdik yine. biz her konuda aynı düşünmek
    zorunda değiliz. niye tartışıp duruyoruz ki?
    -meselen ne senin biliyor musun?
    sen acı çekmemek için kendini kandırmayı tercih ediyorsun. evet bu böyle.
    ama böyle olmaz. gerçeklerle yüzleşebilme cesaretini göstermen gerekir. yani daha
    sahici bir bölge arıyorsan oraya varmak için gerektiğinde yıkıcı olacaksın aydın'cım
    böyle olmaz. ama sen oyuncu olduğun için, sahici olmayı, kendin olmayı unutmuş
    gitmişsin zaten. o kimlikten bu kimliğe çekirge gibi zıplayıp duruyorsun.
    ama kendinle yaşamak diye bir şey vardır bu hayatta yani.
    +sen benim gerçekçi olmamamı mı istiyorsun? peki o zaman dinle bak
    sen, hayatın boyunca yalnız kalmaya, sıkılmaya mahkum bir insansın. çünkü korkaksın.
    çünkü tembelsin.
    -ben?
    +evet, asalak gibi yaşamaya alışmışsın ya. herkes senin için bir şeyler yapsın
    istiyorsun. bütün dünya sana borçluymuş gibi davranıyorsun. nerden geliyorsa bu borç?
    -yavaş sakin ol.
    +sakinim.
    -önce sen sakin ol.
    +ben sakinim. sen ne yaparsan yap, ne söylersen söyle herkes sana anlayış göstersin
    istiyorsun. hiç böyle bir şey mümkün mü?
    -hiç öyle bir şey söylemedim.
    +olabilir mi böyle bir şey.
    -nerden çıkarıyorsun bunları ya.
    +gerçekçi olmaktan söz ediyorsun, sen gerçekçi değilsin, ama farkında değilsin ya.
    -ben?
    +evet.
    -güzelmiş.
    +yav, yemin ederim şu kapıdan her girdiğinde inşallah şimdi gıcık bir şey söylemez de
    benim sinirimi bozmaz diye dua ediyorum ben ya.
    -allah allah.
    +sen arkamda sessiz sessiz otururken, can sıkıntısından kurtulmak için bir bela arayan
    bakışlarını hissediyorum sırtımda. sırtım uyuşuyor.
    -ben neymişim.
    +sanki biri arkamda dikilmiş, nasırlı elini sırtıma sürüyormuş gibi geliyor. içim üşüyor
    ya yazımı yazamıyorum.
    -allah allah, aydın neler diyorsun?
    +sen sürekli böyle gıcık olmak zorunda mısın?
    -çok sinirli...
    +bu davranışın yüzünden bak hiçkimse kalmadı etrafında. eşin dostun, arkadaşın hiçkimsen
    yok. cas caslak kaldın ortada. haksız mıyım? tamam mı, yeterince gerçekçi buldun mu yoksa
    biraz daha devam edeyim mi?
    -evet, bu baya kişisel bir gerçekçilik oldu, doğru söylüyorsun.
    +düşünmek daha büyük eylem sayılırmış. hahahaha. lafa bak. korkakların, tembellerin yıllanmış
    bahanesi. bundan mı medet umuyorsun?
    -sert valla, tirat güzeldi yani.


    (memleket kokulu yarim - 10 Nisan 2015 17:35)

Yorum Kaynak Link : kış uykusu