Süre                : 2 Saat 10 dakika
Çıkış Tarihi     : 17 Kasım 2000 Cuma, Yapım Yılı : 2000
Türü                : Biyografi,Tarih
Taglar             : liberation theology,Brezilya tarihi,Kölelik,Brezilya
Ülke                : İspanya,İtalya,Fransa,Brezilya,Portekiz
Yapımcı          :  Gemini Films , Madragoa Filmes , Plateau Productions
Yönetmen       : Manoel de Oliveira (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Manoel de Oliveira (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Rogério Samora (IMDB)

Palavra e Utopia ' Filminin Konusu :
Palavra e Utopia is a movie starring Lima Duarte, Luís Miguel Cintra, and Ricardo Trêpa. The story of Father Antonio Vieira, a 17th-century Portuguese priest who lived in Brazil and worked for better treatment of the Indians and to...

Ödüller      :

Venedik Film Festivali:Filmcritica "Bastone Bianco" Award


  • ""...god is great" şeklinde devam eder. *"
  • "dylan moran'ın yeni stand up gösterisi."
  • "(bkz: #28436573)"
  • "nasil yazilmamis anlamadim (bkz: yaw he he)"




Facebook Yorumları
  • comment image

    ingiltere listelerinde en üst sıralarda arz-ı endam eden, şahane ve arıza bir bodyrox ft luciana ürünü

    you think you got it all worked out
    but you dont know nothin', nothin', nothin'
    you think that you could rub me out
    but i'm made of somethin', somethin', somethin'

    i could teach you a thing or two
    yeah oh yeah
    i could teach you a thing or two
    yeah oh yeah
    i could teach you a thing or two
    yeah oh yeah
    i could teach you a thing or two

    raw dirty pop track
    push it in and pull it back
    am i glamour pussing it
    see if you can top that
    come into the new way
    bodyrox a new way
    more then just a new craze
    i'll show you who's rock'n'roll


    (torch - 28 Kasım 2006 20:11)

  • comment image

    dylan moran'ın diğer üç dvdsinin yanında biraz sönük kalmış olsa da, yine aynı tadı almayı başardığım stand up gösterisi. özellikle gösterinin ortasında bir yandan sahneye getirilen pastayı yiyip bir yandan da konuşmaya devam etmesi şapşal bir gülümseme yayıyor insanın suratına.

    "...i basically think, you know, i'm what would have happened if james dean had lived and discovered carbohydrates and orthopaedic shoes. you have to tell yourself this bullshit just to keep going! cause you're constantly being reminded how redundant you are!"


    (hoodlumite - 24 Aralık 2011 01:07)

  • comment image

    arka siralardan yukselen o sıkkın sesin sahibi, bu pek neseli anekdotun pek nuktedan kahramani mechul, ismi tarihin karanliklarina gomulmus bir adam degildir, kendisi icin bir anit dikip "here rests in honored glory, an american philosopher, known but to god" yazamayiz altina*. iste bu yuzdendir ki, eksi sozluk denen bu dipsiz kuyuda, borges’e* “ah, iste hayalimdeki cennet” diye ic gecirtecek bu sonsuz kutuphanede de adsiz kalmamalidir kendisi.

    hikayemiz, 1950’li yillarda, columbia universitesi’ndeki geleneksel “philosophy of language” (dil felsefesi) konferanslarindan birinde gecmektedir. tam hangi konferans oldugunu hatirlamiyorum, 1950’lerde o kadar cok dil felsefesi konferansina katilirdim ki, hepsi karman corman oldu artik kafamda. bu konferansta “tum meslektaslarinin onunde rezil edilen konusmaci” rolunu, zamanin oxford felsefe profesoru j.l. austin oynayacaktir. hafif icim burkuluyor aslen, j.l. austin’in makus talihini dusundukce: kendisi eger bu anekdotun 50 yil sonra hala anlatilagelecegini, adinin turkce kutsal bilgi kaynaklarinda bile bu baglamda anilacagini – ve sadece bu baglamda anilacagini, zira adina acilmis bir baslik yoktur, hayatta ne yapmistir, ne etmistir, ne gibi calismalara imza atmistir, en ufak bir fikrim yok – bilseydi, eminim dehsete duserdi. kim bilir, belki de dehsete dusmustur zaten, ola ki bir daha hicbir dil konferansina katilmamis, akademik cevrelerde bu efsanevi anekdotun nesnesi olarak taninmanin, filozof meslektaslari arasinda o boguk sesli, hazircevap adamin zekasinin kurbani olarak un salmanin agirligiyla kendisini oxford’daki fildisi kulesine kapatmistir omrunun sonuna kadar, gunlerini “o kadar oku, calis, didin, oxford’da profesorluge kadar yuksel, sonra git tasak oglani ol allah’in columbia’sinda..” seklinde sayiklamalarla gecirmistir. bilmiyorum, daha fazla uydurmak istemiyorum.

    bildigim ise su: arka siralardan “yeah yeah” diye bagiran, columbia felsefe profesoru sidney morgenbesserdan baskasi degildir. adini daha once hic duymadiginiz, muhtemelen bu entryi okumayi bitirdikten sonra da bir daha asla duymacaginiz morgenbesser, zamaninda bertrand russell tarafindan “amerika birlesik devletleri’ndeki en zeki genclerden biri” olarak nitelendirilmis, noam chomsky’ye “kendisi modern cagin en derin ve engin zihinlerinden birine sahip” dedirtmis bir filozof (dedirten filozof!), bir dusunce adamidir. adnan menderes’ten neredeyse recep tayyip erdogan’a kadar uzanan bir devir boyunca (1955-1999) columbia’da felsefe profesorlugu yapmis, fakat felsefe dunyasina hemen hicbir yazili eser birakmamis, hayatini adadigi bu bilimin (sanatin?) toplu mirasina yok denecek kadar az katkida bulunmustur. felsefeye yaptigi tum yazili katkilari tartmak, morgenbesser’in alaninda nufusunu ve etkisini olcmek icin bir akademik kutuphaneye gitseniz, oncelikle akademik kutuphaneye elinizde tartiyla almazlar sizi, onu kapidaki gorevliye birakin. sonra iceri girseniz, bulabileceginiz ancak ve ancak unutulmus, artik tartisilmayan, zikredilmeyen, gunumuzde artik alintilanmayan birkac makale, vakti zamaninda editorlugunu yaptigi ve de son olarak belki 1970’lerde kutuphaneden cikarilmis tozlu birkac antolojidir. denilebilir ki, yasami boyunca bu kadar az eser verip de alaninda boylesine devlesmis, meslektaslarinca bu kadar sayilmis ve sevilmis, onlardan mesleki output’u ile kiyaslanamayacak bir itibar gormus, zihinsel yetenegi ve de konusuna hakimiyeti ile “felsefe dunyasi” dedigimiz o minik akademik gezegende ilah mertebesine yukselmis bir filozof, sokrates’ten beri gorulmemistir.

    bunca muhim dusunuru, ileride felsefede cigir acacak filozofu egiten, zihinlerini sekillendiren bir adamin, hicbir buyuk felsefi teoriye ya da doktrine imza atmamis, geriye ogrencilerinden baska hemen hemen hicbir sey birakmamis olmasi elbet sasirtici, sasirtici oldugu kadar da uzucudur (bir kitap, bir fikir, bir alisveris listesine bile razi olurdum.) morgenbesser de bunun bilincinde olacak ki, kendisine bu konuda sitem edenlere, “neden yazmiyorsun be sidney’im? senden zekisi, senden yeteneklisi mi var su alemde?” diye yakinanlara, “hz. musa da sadece bir kitap* yayimladi ama! ondan sonra ne yapti ki??” diye cevap vermistir..

    kurak bir zihin degildir morgenbesser’inki, sadece nadasa birakilmistir, o nadas da omur boyu surmeye mahkumdur. kitapla, makaleyle, yazip cizmekle pek arasi olmasa da, is fikir alisverisine, muzakereye, meslektaslari veya dostlariyla bitmek bitmez sohbetler, felsefi tartismalar yapmaya gelince ustune yoktur morgenbesser’in, icki masasinda dunyalar tatlisi oldugunu cumle alem duymustur (bu arada “morgenbesser” soyadi da zorlama bir ceviriyle almanca’da “daha iyi bir yarin”, “better tomorrow” manasina gelir, sevgili sidney’in yazinsal verimsizligini dusunurseniz, ironik bir detay diyebiliriz buna.) new york’ta buyumus, lower east side’in hazircevapligi, zekayi, dil becerisini el ustunde tutan kulturunde yogrulmustur morgenbesser; tum cocuklugunu ve genclik yillarini gecirdigi yahudi mahallelerinde ogrendigi, ve kendisini bildi bileli beceriyle kullanageldigi mizah yetenegini, kuskuculugunu, mantiksal cozumleme ve analiz becerisini asla kaybetmemis, sadece buyudugunde, 4-5 kilometre kuzeye, morningside’a, columbia felsefe departmanindaki ofisine tasimistir. sokrates icin atina’nin sokaklari ne ise, morgenbesser icin de columbia kampusu ve kampusu cevreleyen sokaklar odur, 110. ve 116. caddeler ile broadway ve amsterdam avenue arasinda kalan bolge, morgenbesser’in hem evi, hem sinifi, hem de calisma alanidir. sokakta karsidan morgenbesser’in geldigini goren arkadaslarinin yon degistirmeleri, meslektaslarinin kumesten cikmis tavuklar gibi kacismalari morgenbesser’dan hazzetmemelerinden veya nefesinin kokmasindan degil, onun hemen peslerine takilip ya kendilerinin ya da kendisinin en son fikrini tartismaya baslayacagini, ve de bir sonuca varana kadar da peslerini birakmayacagini bilmelerindendir. ne kadar iyi niyetli olursa olsun, yine de yorucudur cunku zehir gibi bir adamla tartismak, onun karsisinda fikirlerini savunmak. oylesine keskin bir zekadir ki morgenbesser’inki, bircok meslektasinin teorisini onlardan daha iyi anlamakta, ozetleyebilmektedir. buna ornek olabilecek efsanevi cikisi da, bir keresinde meshur davranisci* psikolog b j skinner’a donup “tezinizi dogru anladigima emin olmak istiyorum. *insanlara* insani ozellikler atfetmememiz* gerektigini mi dusunuyorsunuz?” demesidir. (''let me see if i understand your thesis, you think we shouldn't anthropomorphize people?'')

    morgenbesser, dusuncelerini hayatina yansitmis, hakikaten felsefi bir yasam surdurmeyi becerebilmis nadir filozoflardandir ayni zamanda. hayatinin hicbir evresinde tek bir fikrin ya da maktu bir teorinin avukatligina soyunmamistir. kendi adiyla anilacak, belki adini tarihe yazdiracak sabit bir kurami gelistirmektense, belinde mantigi, cebinde sagduyusu ve elinde kavramsal berrakligi, kivrak zekasiyla gercegin sinirlarinin bekciligini yapmistir. her seyi aciklamaya muktedir oldugu iddiasi ile ortaya cikan genis capli teorilere, fizikteki theory of everything’e ozenen felsefi akimlara her zaman kuskuyla yaklasmis, bu tutumunu da “bir adamin muza bastiginda neden ayaginin kayip dustugunu aciklamak icin “genel ayak kayma teorisi”ne ihtiyacimiz yok” aforizmasiyla ozetleyivermistir. (''to explain why a man slipped on a banana peel, we do not need a general theory of slipping.'') heybetli, hasmetli felsefi sistemlerden ziyade, bir dusunce sekli, bir felsefi tutum birakmistir belki de bizlere miras olarak. “anarchy state and utopia” isimli okumanizi hararetle tavsiye edecegim kitabin yazari ve de son 50 yilin en muhim filozoflarindan biri olan robert nozick’in “columbia’da okudugum bolum, sidney morgenbesser idi” (“as a student at columbia, i majored in sidney morgenbesser.'') demesi bosuna degildir, cok da dokunaklidir..

    amerikan akademik dunyasinin kendine ozgu orf ve adetlerine gore, hakkinizda anlatilagelen birden fazla meshur anekdot var ise, kendi capinizda efsane sayilirsiniz (sayilirmissiniz yani, ben de yeni ogrendim, ne bileyim boyle seyleri..) morgenbesser hakkinda oyle bir-iki degil, kimi dogru, kimi yanlis duzinelerce anekdot, hikaye, fikra vardir. zekasinin, bilgeliginin, birikiminin yazili bir kaydi olmamasinin dogal bir sonucudur bu da aslinda, ona cumleler, paragraflar, makaleler araciligiyla ulasmaya vakif olamayan insanlar, hakkindaki hikayeleri, dedikodulari dinleyerek ve kulaktan kulaga yayarak ulasabilmisler ancak ona. morgenbesser hikayelerinin en meshuru, en yaygini da hic suphesiz bu yeah yeah hikayesidir, o kadar cok anlatilmistir ki, zaman icerisinde gercek bir hikaye oldugu unutulmus, bir sehir efsanesi, ya da bir fikra, bir espri olarak bilinmeye baslamistir. bunun sebebi de hic suphesiz morgenbesser’in cevabinin inanilirlik sinirlarini zorlayacak kadar zekice, cevaptaki nuktenin dogaclama olamayacak kadar ince olmasidir. bu masum “yeah yeah” yorumunda, bu iki basit sozcukte (ya da iki kere tekrarlanan tek sozcukte) morgenbesser’in zihninin hizi, inceligi, kivrakligi, hem felsefede hem de gunluk hayatta resmiyetten, suslu soylemlerden duydugu rahatsizlik ve sabirsizlik hissi, ve de sozluk jargonuyla konusacak olursak ayardaki ustaligi sakli degil midir?

    algisi zayif bireyin cok zekiyim bakisi’ndan muaf olsa da, gercekten fazla zeki, algisi asiri guclu bireyin de kendine has tehlikeleri, icine dusup duracagi cukurlari vardir, bunu da morgenbesser’dan daha iyi bilen insan pek azdir. meslektaslarinin teorilerini parcalarina ayirip incelemek, yetersiz bulduklarini alasagi etmek, baska filozoflarin fikirlerini temellerinden sarsmak, bunlar morgenbesser icin hic zorlanmadan, ustun bir beceriyle yapabildigi seylerdir. ancak tum hayatini fikirleri atomize bir sekilde analiz etmeye, mantigin baltasiyla (hatta buldozeriyle) paramparca etmeye adamis bir insan, aynisini kendi fikirlerine, kendi teorilerine yapmaktan da alikoyamaz kendisini elbet, zihinsel durustlugu* bunu gerektirir, elzem kilar. kendi fikirleri icin ileri surdugu hicbir ispat, hicbir kanit tatmin etmez morgenbesser’i, hepsinin bir eksigini gorur, bir acigini yakalar. omru boyunca felsefe dunyasina yaptigi katkilara taniklik edecek, ilerki nesillerin de fikirlerinden yararlanmaniza, feyz almasina olanak saglayacak bir eser birakamasinin da sebebi budur iste. (morgenbesser hayatinin bir noktasinda – hangi noktasinda bilmiyorum – es dost ortamlarinda “en sonunda bir kitap yazdim bitirdim, sosyal bilimlerin felsefesini irdeleyen bir eser. ama yangin cikti, tum metni kaybettim, elimde de baska kopyasi yok” demeye baslamis. arkadaslari ona inanip inanmamak konusunda hakli olarak tereddut etmisler. tahmin edeceginiz gibi “sosyal bilimlerin felsefesi” diye bir kitabi yok yayimlanmis.) felsefeye yonelmeden once hahamlik da yapmis olan morgenbesser, kendi yeteneklerinin esiridir bir yerde. arkadaslari ve meslektaslari eninde sonunda “yeter sevgili sidney, eve gitmem lazim, hanim beni bekler, yemege gec kalirsam kafamda oklava kirar” diyerek morgenbesser’in bitmek bilmez tahlillerinden, tesrihlerinden kurtulabilirken, morgenbesser’in boyle bir secenegi yoktur maalesef, kendi eserlerini de yine kendi kivrak zekasiyla yargilamaya, ve “yazmaya, yayimlamaya degmez” diye insafizca mahkum etmeye mecburdur.

    sidney morgenbesser’a duydugum sempatinin de en temel sebebi budur iste. iki cumleyi bir araya getiremeyen, ilkokul 1. siniftayken “ali topu at” cumlesi uzerine bile 20 dakika dusunen, “acaba “ali topu firlat” desem daha mi guzel olurdu?” diye soguk terler doken bir yapinin insani olarak, dusunen, irdeleyen, zihninde kirk tilkiye vals yaptiran, ama bir turlu kalici bir eser yaratamayan, dunyaya kendini gosteremeyen insanlara sagliksiz denebilecek bir sempati, tarifsiz bir sevgi besliyorum. bertrand russell’in ovgusune, noam chomsky’nin iltifatlarina mahzar olamadim su hayatta, yine de bir sekilde, belki de sebepsizce, ozdeslestiriyorum kendimi morgenbesser ile, beni karsisina alsin, “dert etme pipo, ben de senin gibi yazamayanlardan, uretemeyenlerdendim. hayat yine de guzel” gibi aforizmik sozler etsin, sacimi oksasin istiyorum. kendisine karsi hissettigim bu yakinlikta, onun profesorluk hayatinin son demlerinde columbia’da bulunmus, fakat kendisinin adini bile duymamis olmamin; belki felsefe binasindaki dersime giderken koridorda yanindan gecmis, karsilikli “tanimadigin insana durmadan hafifce gulumseyerek selam verme” rituelini yasamis olmamiz ihtimalinin etkisi de yuksek, inkar edemem bunu. icimi acitiyor sidney morgenbesser’i tanima, bir dersini alip onunla tartisma, sohbet etme firsatina erismis, ve bunun bilincine bile varmamis olmam. resmine bakarak avuttum ben sahsen kendimi, siz de “neyin nesi, kimin fesiymis bu adam?” diyor, cehresini merak ediyorsaniz, suradan gorebilirsiniz: http://www.columbia.edu/…ages/sidneymorgenbess.html

    neseli, zeka dolu bir anekdottu baslangic noktamiz, neseli olmasa da, bir baska zeka dolu anekdot ile bitirmek isterim: 1 agustos 2004’te als hastaligina yenik dusup aramizdan ayrilan bu kaldirim filozofu (ki nezdimde buyuk bir iltifat olacak bundan boyle “kaldirim filozofu”, morgenbesser sayesinde), hayatinin son haftalarinda kendisini hastanede ziyarete gelen arkadaslarindan birine soyle demis: “neden tanri bana bu kadar aci cektiriyor? sirf ona inanmadigim icin mi?”

    umarim sokakta koseye sikistirip soru yagmuruna tuttugun arkadaslarin ve meslektaslarin gibi, tanri’yi da obur dunyada yakalayip, tatmin edici bir cevap alana kadar yakasini birakmazsin sevgili sidney.


    (benbirpipodegilim - 2 Ocak 2005 00:22)

  • comment image

    "yeah yeah" nakavtıyla biten o çok meşhur austin* vs. morgenbesser* karşılaşması özetle şöyle gerçekleşmiştir:

    austin 1950'lerin başlarında bir yılda, tâ oxford'lardan kalkıp columbia'ya gelir - öyle uzun boylu bir şey için olmasa gerek, hepitopu bir seminer verecekti, diye biliyorum; bize öyle öğrettiler. dilin, yani iletişimsel dilin yapısal çözümlemesi üzerine konuşacaktır (artık o da ne demekse), laf aramızda çok da yapıcı olmayı amaçlamaktadır. işte başlar bu konuşmasına, der ki şu şöyle bu böyle bıdıbıdı. az daha devam eder, sonra köşeden sol yapar - yani lafın gelişi tabii, yoksa durur yani olduğu yerde; ayaktadır, 40'larının başındadır ve karşısındaki kitlenin kendisini ilgiyle dinlemesinden hoşnuttur. herkesin zaten bildiği bir şeyi söyleyecek olmanın eşiğindedir - şunu derken:

    "olumsuzluk içeren iki dil öğesinin bulunduğu bir cümleyi düşünelim dostlar: 'annem beni sevmiyor olamaz.' bakın ne dedim: 'sevmiyor' dedim, olumsuz bir şey; 'olamaz' dedim, yine o da olumsuz bir şey - çünkü türkçede bu ekler, yani -me/-ma filan olumsuzluk ekleridir - kapiş? ha ama n'oldu, 'sevmiyor olamaz' diye ardışık söyledim ve ne oldu: cümleyi olumluya bağladım, değil mi efendim? hm? hakeza ha bu bizim ingilizcede de benzer durumlar vardır, gerçi bizimkisi sondan eklemeli dil değil - ama anladınız siz, he? hm? ahan da örnek - uçakta gelirken gugullamıştım, telefonu henüz uçak moduna almazdan evvel: 'i am not unlike my father.' yani ne diyor: 'babamın aksine değilim' gibi bir şey diyor gugul translate.... yok, bu yanlış çeviri. biz motamot çevirelim ki dilin yapısal analizini görünürleştirelim: 'ben,' diyor, 'değilim,' diyor - bakın 'değilim' diyor, ilk olumsuz... 'ben değilim,' diyor - ne değilmiş: 'unlike my father değilim' diyor, yani 'babama benzemez değilim' diyor... haa, işte kötü yayınevlerinin boktan çevirmenleri ingilizceyi böyle çevirirler, sonra da dilimiz elden gider, bu da böyle bir anımdır. peki - anladınız mı yani: 'babama benzemez değilim' diyerek 'babama benzerim' demiş oluyor - yani ne oluyor: iki olumsuz eşittir bir olumlu ediyor, tıpkı da aha matematikte olduğu gibi, eksiyle eksiyi çarpınca olacağı gibi. şimdi gerçi -ecek/-acak da gelecek zaman kipi, oysa matematik zamansız, o yüzden 'olduğu gibi' demeliydim ya... hadi neyse."

    austin bu pasajı bitirdikten sonra şöyle bir yutkunur: gubulp. ondan sonra, malumun ilamı -diye varsaydığı- kısma gelir (k bütün olay da işte o varsayımdan kopar):

    "yani dilin böyle bir özelliği var, sevgili amerikalılar. iki olumsuzdan bir olumlu çıkartabiliyoruz. ve işin güzel yanı," der -gubulp- "bu türkçeye has bir durum değil, ingilizcede de var, ve başka başka dillerde de yok değil."

    'yok değil'den sonra bir durur... gülüşmeleri duyar. "güzel," diye düşünür, "kapişlemişler... yürü olm con, diğer paragrafa geç, kimse tutamaz seni."

    oysa tutacaktır; austin hele bir sonraki paragrafa geçsindir.

    "şinci bu böyle olmasına böyle de," der, "bakınız ne ilginçtir ki, yine matematikte olduğu gibi," der, "iki olumludan -bakın 'olumlu' diyorum bu sefer- bir olumsuz çıkartacak dil daha henüz anasından doğmamıştır," der... ve der demez de salondan bir ses yükselir - o sırada salonun austin'ce bakılmayan bir köşesinden şöyle bir laf gelir - olumlayıcı iki sözcük, bir yineleme, usul usul, baygın bir tonla, ama gerçek bir nokta atışı:

    "yaa yaa..."

    austin 8 şubat 1960 günü akciğer kanserinden vefat etti.


    (geri yinekel - 4 Nisan 2017 02:36)

Yorum Kaynak Link : yeah yeah