Çıkış Tarihi     : 08 Ağustos 2000 Salı, Yapım Yılı : 2000
Türü                : Döküman
Taglar             : sörfçü,seyahat,sörf yapmak,Bağımsız film
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  Monterey Media
Yönetmen       : Dana Brown (IMDB)
Senarist          : Dana Brown (IMDB)
Oyuncular      : Hobie Alter (IMDB), Robert August (IMDB)(ekşi), Bruce Brown (IMDB)(ekşi), Dana Brown (IMDB), Patrick O'Connell (IMDB), Robert 'Wingnut' Weaver (IMDB), Nat Young (IMDB)

The Endless Summer Revisited ' Filminin Konusu :
The Endless Summer Revisited is a video starring Hobie Alter, Robert August, and Bruce Brown. A documentary mostly edited together from unused footage from The Endless Summer and The Endless Summer II, this documentary gives further...


  • ""some people feel the rain. others just get wet.""
  • "murakami'ye de grammy verilmeli..."
  • "bir insana ot içir hayatı değişsin,beatles'a ot içir müzik tarihi değişsin...tabi bu gerçek mi bilemiyorum."




Facebook Yorumları
  • comment image

    marianne faithfull, faithfull adlı özyaşamöyküsünde dylan'dan şöyle söz etmiştir:

    "nisan 1965'te tanrı, savoy hotel'e geldi. bob dylan şehirdeydi. zamanın o noktasında, dylan yeryüzündeki en ‘hip’ insandı. o, benim varoluşsal kahramanımdı, rock'ın rimbaud'suydu. onunla tanışmayı herkesten çok ben istiyordum. soluğu savoy'da aldım. ve nasıl oldu bilmiyorum, kendimi bir anda dylan'ın kapısında buldum. ortalık apaşlarla, pop yıldızlarıyla, fraklı garsonlarla, folk müzisyenleriyle, sarışınlarla ve beatnik'lerle kaynıyordu. odaya girince bir düzine baş, kameranın pan yapması gibi beni izledi; bir köşeye çöktüm ve kendimi görünmez kılmaya çalıştım. herkes yerde oturuyor; konuşuluyor, içiliyor, gitar çalınıyor ve bob sanki bütün bunlar orada olmuyormuş gibi davranıyordu. odaya girip çıkıyor, oturuyor, kalkıyor, daktiloda bir şeyler yazıyor, telefon ediyor hatta en aptalca sorulara bile cevap veriyordu, tabii eğer tartışma konusu yapmak istiyorsa. bu anların dışında adeta görünmez adam gibiydi. orada olmak başlı başına müthiş bir şeydi. elit bohemlerle birlikteydim. kulak kesilmiştim, bu yüce şahıslar ne hakkında konuşuyordu? havadan, sudan: "iki gün aralıksız yağmur yağdı." dylan'ın ağzından çıkan bu cümle incil'den çıkma gibiydi. şarkılarında yağmurun hafıza anlamına geldiğini kim söylemişti bana acaba? dylan öylesine şifreli gibiydi ki, her söylediğinin ikinci bir anlamı olduğu sanılıyordu. "kahveyi karıştıracak bir şey var mı?" dediğinde, "acaba kastettiği şey kaşık mı?" diye düşünülüyordu. heyecan içindeydim, boğazım kurumuş, zihnim durmuştu. ya aptalca bir şey söylersem? cennetin kapıları ebediyen kapanırdı. erkekler tuvalete gidip geliyorlardı. orada ne döndüğünü biliyordum, odaya döndüklerinde dilleri dolaşıyor, gözleri pırıldıyordu. ama ben davet edilmiyordum, işte o gün yemin ettim, oraya ben de katılacaktım; bu "erkeklere mahsus" hikayesine illet oluyordum. sonraki hayatımın tamamını "onlardan biri" olmak isteyerek geçirdim ve bu arada dünyanın en özel erkekler kulübüne katılmayı başardım.

    orada bulunduğum süre içinde, dylan sürekli daktiloda bir şeyler yazıyordu. olağanüstü bir hızla yazıyordu. daktiloya kalın bir tuvalet kağıdı takılıydı, o kağıdın eninin ideal mısra ölçüsü olduğunu söylüyordu. bu biraz da jack kerouac'a referanstı elbette. günlerce "bob bir şey üzerinde çalışıyor" denmişti bana. sormam bekleniyordu, sonunda sordum: "ne yazıyor?" cevap hayret vericiydi: "bir şiir. bir epik. senin hakkında."

    birkaç gün içinde "bir numaralı eskort" mertebesine yükselmiştim. ortalıkta bir rakip de gözükmüyordu. bob'un müstakbel karısı sara lownds avrupa'da bir yerlerdeydi. nihayet bir gece, sabahın erken saatlerine baş başa kaldık. bu özellikle kaçındığım bir şeydi, çünkü nasıl davranacağımı bilemiyordum. dylan, geniş bir koltuğa gömülmüş sabit bakışlarıyla bana o kadar uzun süre baktı ki, neredeyse buhar olup odanın dumanına karışacaktım. "yeni albümümü* dinlemek ister misin?" diye sordu. dinlemiştim tabii ki. turnedeyken satın almış, otel odamda çalmıştım. ilk dinlediğim parça gates of eden'dı. gitaristim jon mark'la her gece konserden sonra bir tür seremoni gibi o şarkıyı söylerdik, büyük bir hevesle çalar ve üzerinde düşünürdük. er veya geç dylan'la karşılaşacağım içime doğmuştu. "bringing it all back home"u her gece savoy'da çalıyorlardı. ama bu teklif, başka bir şeydi. dylan bizzat dinletmeyi teklif etmişti. her parçadan sonra o tuhaf şivesiyle soruyordu: "ne demek istediğimi anlıyo'sun, di mi? nereye varmak istediğimi çakıyo'sun, di mi?" o sordukça ben telaşlanıyordum. şarkılarının bazı dizelerini, kimi sözcükleri vurguluyor, altını çiziyor, italik haline getiriyordu. onun anlam iletme yolu buydu. bunu konserlerinde de yapıyordu. şarkılarının sözlerini eğip büküp garip biçimde yeniden söylemesinin sebebinin, dinleyicinin şarkılarını yeniden, başka bir gözle dinlemesini istemesi olduğunu fark ettim.

    şarkılarına ilişkin açıklamaları, en az şarkıları kadar esrarengizdi, ama onunla baş başa bir dylan albümü dinlemek, sözlerin derinde yatan anlamlarının bana nüfuz etmesi gibi bir şeydi. ama elbette, orada sadece bir mürit olarak bulunmuyordum. üstadın dizinin dibinde oturup, onun gizemini teneffüs etmekten başka şeylerin de vuku bulacağına şüphe yoktu. "hazret"in özel dinleyicisi olmanın, şarkılarının izahatını kendi ağzından dinlemenin bir bedeli vardı elbette. ödüm kopuyordu. herhangi bir erkekle, mesela gene pitney'le yatmak hiç mesele değildi, onu becerebilirdim. ama, dylan gibi huşu uyandıran biriyle yatmak ürperticiydi. tanrılardan biri olimpos'tan inmiş, bana kur yapıyordu.

    mutluluktan ayaklarım yerden kesiliyor ve aynı anda korkudan titriyordum. korku ağır bastı. bob sinirlendi. "bana bunu nasıl yaparsın?" gerçeği belki de söylememeliydim: "hamileyim ve gelecek hafta evleniyorum?" resmen mosmor oldu. daktilosuna gitti, takılı kağıdı çıkardı, yırtmaya başladı, çöp sepetinin başında kağıt parçalarının unufak olup sepete düşmesini seyre daldı bir an. "tatmin oldun mu?" dedi ve öfkeyle dışarı fırladı. koltuğa çakılıp kalmıştım, kılımı kıpırdatamıyordum. daha büyük bir öfkeyle geri döndü ve beni kovdu: "defol. çık buradan. git. hemen!" benim için üzücü olan bob'la yatmamak değildi, o şiiri görememekti. sonra şöyle de düşündüm: "kağıtları yırttı, ama ya düşünceler? onları da yırttı mı? belki de o düşünceler şarkılarına geçti." mick* hep "evet yavrum, bu şarkıyı senin için yazdım, senin şarkın bu" ayakları atardı. daha büyük bir iltifat olabilir miydi? dylan da aynı oyunu oynuyordu. fakat dylan'ın şarkılarını dinlerken salakça bir düşünceye kapılmama ramak kalıyor: "bu sözler bir yerlerden tanıdık geliyor... sad-eyed lady of the lowlands bence joan* olmalı... ama, ama yoksa, yoksa..."

    allen ginsberg'le sohbet etmenin en eğlenceli yanlarından biri -ve hepimiz için bir ders- şu: allen, dylan'ın hemen hemen bütün şarkılarını kendisi için yazdığını düşünüyor. ne denebilir ki? "evet, allen, just like a woman kesinlikle senin için yazılmış bir şarkı."

    albert hall'daki konserde kavalyem allen ginsberg'di. anita pallenberg'le brian jones'u da ilk defa orada gördüm. ipeklere, kürklere bürünmüşler, peri masalından fırlamış gibi ortalıkta geziyorlardı, asit tribinde oldukları aşikardı. konserden sonra hep birlikte otele döndük, albert grossman'ın süitine kabul edildik. rock'ın prensinin bob olduğundan kimsenin kuşkusu yoktu. the animals ve the rolling stones huzura gelip saygılarını sundular. ve sonra da olay anı: the beatles... dylan odaya girdiğinde kanepeye dizilmiş oturuyorlardı ve müthiş gergindiler. lennon*, ringo*, george*, paul*, lennon'ın karısı cynthia ve bir-iki ahbapları... kimse tek laf etmiyordu. sanki mucizevi bir işaret bekleniyordu. dylan oturdu, sanki bir tren istasyonunda karşılaşmışlar gibi bakmaya başladı. iki taraf da donup kalmıştı. mesele cool'luk falan değildi, odadaki herkes cool olamayacak kadar gençti. mesele şuydu: tıpkı yeniyetmeler gibi başkasının ne düşüneceğinden korkuyorlardı. o sırada içeri allen ginsberg girdi. sessizlik derinleşti. ginsberg gidip dylan'ın oturduğu koltuğun kenarına oturdu. suskunluğu john lennon bozdu: "niye biraz daha yakına oturmuyorsun güzelim?" allen alaylara hiç aldırış etmezdi, hatta kendisini boy hedefi haline getirmekten çekinmezdi. kahkahayı bastı ve lennon'ın kucağına oturdu, "hiç william blake okudun mu, genç adam?" dedi. lennon da kendine has liverpoolcasıyla cevapladı: "adını bile duymadım." karısı cynthia, lennon'a çıkıştı: "john, niye yalan söylüyorsun?" işte bu laf buzları çözdü, herkes rahatladı. lennon, önemsiz bir şey söylüyor edasıyla "kıyak konserdi" dedi. dylan koltuğunda ileri geri sallanıp duruyordu, hipnotize olmuş gibiydi. "it's alright ma'yı* sevmediler" dedi. john, "belki de anlamadılar" diye cevap verdi ve ekledi: "zamanın ilerisinde olmanın bedeli bu, biliyorsun." buna dylan'ın karşılığı şöyleydi: "belki de, ama ben şu anda sadece yirmi dakika ilerideyim." dylan, john haricinde diğer beatle'lara pek ilgi göstermedi. hele paul'a çok soğuk davrandı. hatta bir keresinde şöyle oldu: paul bir şarkı üzerinde çalışıyordu, zamanın çok ötesinde bir şeydi, çeşitli distortion'lar, elektronik şeyler. bu parçasından çok gurur duyuyordu. dylan'a dinletmek için pikaba koydu, üstadın yorumunu beklemeye başladı. peki dylan ne yaptı dersiniz? dinlemeye tenezzül etmeden odadan çıkıp gitti. o anda paul'ün yüzü görülmeye değerdi." ***


    (kimi raikkonen - 5 Nisan 2008 00:37)

  • comment image

    bob dylan'ın beatles'la yazdığı bir şarkı olduğu muamması varmış. adı da pneumonia ceilings ve doğruysa ilginç de bir hikayesi var aslında. bu sözlerin nasıl bir kafadan çıktığı görülebilir. belki de biraz hayal kırıklığı mı? bilmiyorum ama bence okuması zevkli. şöyle:

    "bob dylan ve the beatles’ın birlikte yazıp hiç yayınlamadıkları bir şarkıları var mıydı? bu muamma, mark shipper’ın kitabı “paperback writer”da da geçiyordu. futuristika olarak, ilgili kısmı türkçe aktarmayı seçtik, gerisine tarih ve şansal büyüka karar versin.

    1966 yılının ilk ayları the beatles için mutluluk dolu günlerdi. albümleri “meet the beatles” başarılıydı ve tüm dünyada listelerde ilk sıralardaydı. grup avustralya turnesini de bitirip normal (olabildiği kadar) hayatlarına devam edecekti.

    turun sonlarında grupla sorunlar yaşayan ringo isviçreye bilardo oynamaya gitti. george harrison ise hindistan’a, daha sonra beatles tarihinde önemli bir yer tutacak olan guru maharishi mahesh yogi ile tanışmaya gitti. lennon ve mccartney ise londra’da kaldılar. şarkı yazıp gece klüplerini gezdiler, tesadüfi bir iki mini konser verdiler.

    bob dylan’ın haber gönderip de, otel odasında beatles’ın ona eşlik etmesini istemesi de bu arada oldu. john lennon da hep bunun gerçekleşmesini umut ediyordu. bir saat sonra, paul mc martney ile birlikte soluğu bon dylan’ın odasında aldılar.

    otele vardıklarında oldukça şaşırdılar. dylan, sahnedeki devasa görüntüsünün tersine, fazla ufak tefek ve kırılgan biçimde, karşılarında duruyordu. dylan onları içeri davet etti, “sizin büyük bir hayranınızım” dedi. john lennon mutluluktan ölüyordu, mc cartney de memnun gözüküyordu, ancak hafiften kıllanıyordu.

    “gördüğüm en iyi konserdi bob” dedi lennon. “sana bob diyebilir miyim?”

    dylan onu şöyle cevapladı: “ben de sana henry diyebilir miyim? tabii ki. beni istediğin gibi çağırabilirsin. frank. pete. yemeğe geciken. donovan. canın nasıl isterse.”

    dylan onlara oturmasını söyleyip övgülerini sürdürdü: “siz olmasaydınız çocuklar, hala akustik takılıyor olurdum. sizin ‘please please me” beni tekrar rock’n’roll hakkında düşünmeye itti.”

    lennon utanmıştı. “pleased pleased me”, aklı başında her insanın tahmin edebileceği gibi, bob dylan şarkılarının yanında gayet banal, sıradan duruyordu.

    “biz o dönemi çoktan geçtik bob. yeni albümümüz şu anki halimizi yansıtıyor.”

    “olmaz öyle şey. eski çalışmalarınıza sırtınızı dönmeyin. gayet iyilerdi. garip akor değişimleri, şahane bir uyum. tüm ülkeyi alt üst etti. yenisini de sevdim ama ilk albümler gerçekdışıydı.”

    odada tedirgin edici bir sessizlik oldu. lennon erken dönem çalışmalarına yönelik iltifatı kabul edemiyordu ve mc cartney de konunun tamamen dışında kalmıştı.

    dylan nihayet “hey,” dedi, “bir şeyler içmek, coint ya da herhangi bir şey ister misiniz?”

    lennon aslında sıvı bir şeyler içmek istiyordu. ancak dylan’dan içecek istemenin saçma olacağını düşünüp “evet” dedi, “coint içelim”.

    dylan gayet tok ve net bir sarma hazırlayıp yaktı, uzun bir nefes alıp mc cartney’e uzattı. o dönemde sadece bob dylan ya da john lennon’ın içebileceği kalitedeydi.

    dakikalar ilerledikçe, aradaki buzlar eridi. ortak noktalarını fark ettiler, rock’n’roll, müzik aletleri ve tabii ki şöhret.

    dylan “seviyor muyum emin değilim” dedi.

    gayet kafayı bulmuş mc cartney “neyi?” diye sordu.

    “bilirsin işte, ünlü olmayı.. ünlü ve zengin.”

    “beatlerin dumanlı gece kulüplerinin canı cehenneme” dedi lennon.

    “evet bence de” diye onayladı dylan. “ama bazen, bunu hak ediyor muyum emin olamıyorum. bazen tüm bunlardan suçluluk duyuyorum.”

    lennon uçuyordu, “neden suçluluk duyacakmışsın ki? hepsini halediyorsun sen. hepsini. sen yeryüzündeki en iyi lanet olası şarkı yazarısın. şarkıların derin. bir anlamları var.”

    “sadece o kadar” diye cevapladı dylan. “hiçbir anlamı yok o şarkıların onları yazdın gitti. ben bile şarkılarım ne anlama geliyor bilmiyorum. sonra da buradayım işte, insanlar bana tanrı ya da ona benzer birşey olarak sesleniyor.”

    “george harrison bu dediğini duymasın” diye takıldı mc cartney.

    “ya harbiden, onun olayı nedir? gruptan ayrılacak falan diyorlar, doğru mudur?”

    lennon güldü geçti. “şu ana kadar bilmiyorum.”

    dylan devam etti. “işte burada otel odalarında öyle oturuyorum. bu kelimeleri kaydediyorum. kelimeler! cümleler! kelimeler ve cümleler! cümleler ve kelimeler! ve bir sabah uyanıp bir telefon alacağım. telefondaki adam bir milyoner olduğumu söyleyecek. beni bitirecek.” omuzlarını silkiyor.

    “ne tevazu,” diye düşünüyor lennon, “ne lanet olası tevazu!”

    “ne dürüstlük,” diye düşünüyor mc cartney, “ne dürüst bir adam!”

    ancak üçü birden bu sefer cidden çakmış gibi görünüyorlardı. dylan, lennon’ın ona inanmadığını görebiliyordu. bu nedenle üçünün beraber bir şarkı yazmasını önerdi. böylece onlara bu işin nasılş yapılacağını gösterecekti.

    “bizim seninle yazmamız mı?” lennon şok olmuştu. hatta korkkmuştu. “biz bu şekilde yazamayız. biz sadece küçük aşk şarkıları yazarız. küçük rock’n’roll aşk şarkılar. biz dylan yazamayız. sadece dylan, dylan şarkısı yazabilir.

    dylan ise gülümsedi ve “herkes zaten böyle düşünüyor, hadi gelin” dedi.

    dylan, sehpanın ucunda duran bir daktilonun başına çöktü ve john ile paul de her iki yanına geçip oturdu.

    “tamam, şimdi söyleyi bakalım, aklınıza gelen ilk şey nedir?” diye sordu dylan.

    “bilmiyorum. herhangi bir şey düşünemiyorum” dedi lennon.

    “aradığımız şey sadece kelimeler. kelimeleri ve cümleler” dedi dylan, “kelimeleri ve cümleleri düşünün.”

    lennon sessizdi. zor duyulur biçimde “kelimeler ve cümleler mi?” dedi.

    dylan’da bekleyecek sabır kalmamıştı. “evet aynen öyle” dedi ve bunu şarkını ilk dizesi olarak yazdı.

    lennon “bunu kullanacak mısın?” diye sordu.

    “ben herhangi bir şeyi kullanırım john, hiç fark etmez. paul, şimdi sen bir şey düşün.”

    mccartney sigarasına baktı ve “sigara külü” dedi. dylan’a meydan okuyordu.

    dylan memnundu. ”işte bu. çaktın mevzuyu. şimdi elimizde olanlar, ‘kelimeler ve cümleler, sigara külüdür ben tüm gece ayakta tutan!’ eh, gayet iyi.” hemen daktiloda söylediklerini yazıp john’dan yeni bir dize düşünmesini istedi.

    john, “böyle hızlı yazmayı nereden öğrendin?” diye sordu. dylan’ı şarkılarını bu şekilde yazdığını kabullenemiyordu.

    dylan, john’u görmezden gelerek “annen ne kadar hızlı yazabiliyor?” dedi, mccartney ekledi, “bu hızla on beş dakikada işi bitiriyor.” paul ve dylan kendilerinden geçmiş olarak gülüyorlardı.

    “gayet iyi paul”, dedi dylan, “fikrin var. ancak senin dizendeki sorun, dizenin bir anlamı olması. ‘çok hızlı yazar, işi bitirir bir on beş dakikada’ neredeyse anlamlı olabilir. şimdi buradan gerçekten çıktığımızı farz edelim.” bir coint daha yakıp devam etti.

    “annen ne kadar hızlı yazabiliyor?” değil mi? “hmm, bi’ bakalım.” düşünmeye başladı. “annen ne kadar hızlı yazabiliyor?” “yazabiliyor, kazabiliyor, yazabiliyor, kazabiliyor, alabiliyor, çekiyor? çekiyor! işte budur. şunu dene. -annen ne kadar hızlı yazabiliyor, baban harbiden mi bayrağı göndere yarım çekiyor?-” dizeleri tekrarladı. tatmin olmuştu. oldu bu dedi, işe yarar.

    bu tam da, mccartney’in tahmin ettiği, dylan’ı eleştirdiği ve dylan’dan etkilendiği şeydi. şarkıları yazmak için oldukça komik bir tarz! lennon da bunun farkındaydı ancak mccartney haklı çıkmasın diye, olayın üstüne gitmiyordu. dylan ise, kendini iyice kaptırmıştı.

    “evet, şimdi başka bir tane” dedi dylan.

    “zatürre” dedi mccartney sol kanattan ileri çıkarak.

    “zatürre” diye tekrarladı dylan. koltuğa oturup arkasına yaslandı ve bir dize düşünerek tavana bakmaya başladı. “buldum!” dedi. geri dönüp yazmaya başladı. bir yandan yazarken bir yandan da bulduğu dizeyi söylüyordu. “zatürre tavanları, zatürre zeminleri…”

    “muhteşem!” diye bağırdı mccartney, bir de şunu dene ” baban yemiyor artık bu işleri..”

    “sevdim bunu!” diye bağırdı dylan, oturduğu yerde zıplayıp şarkıya yeni bir dize eklerken.

    mccartney’in şarkıya giren dizeleri lennon’u zorluyordu, kendisini dışlatamazdı.

    “dev altıpatlar kulağımda patlar” dedi lennon aniden.

    dylan ona bakakaldı. “hass… ner’den çıktı bu? kaptın işi john! dizeyi yazmasını bititmeden john ekledi;

    “sen ve gereksiz gözyaşların beni fena bıktırdı”

    dylan hiç durmadan bunu da eklemeye çalışıyordu. “tanrım, hiç kuşku yok ki çok sağlamsınız…”

    “mimi teyze onları salladığından 20. kattan aşağı. termometreler söylemiyor artık zamanı ”

    dylan, john tamamlamadan önce hepsini yazmıştı, “eyvallah de o zaman gökdelenlere…”

    dylan tamamladı sözlerini “izlersiniz artık akşam haberlerinde..”.

    dylan müthiş vakit geçiriyordu.

    “karıştırdım burnumu iyi ki!” diye çığlık attı lennon, sonra mccartney ekledi “kimse bilmez burnumu çünkü gizli!”

    işte o anda üçü de yere düştü. deli gibi gülüyorlardı…

    “tanrım canım yanıyor” dedi dylan yattığı yerden, “kendimi engelleyemiyorum.”

    lennon ve mccartney masanın altından birbirlerine baktılar. dylan ile şarkı yazabiliyorlardı. muhteşem bir his. lennon bir başka dize yazmaya başladı ancak dylan onu durdurdu.

    “bir dakika durun” dedi dylan, bir yandan gözyaşlarını siliyordu. “sonuncusu neydi, bir daha söyleyin. hatırlamıyorum bile. john, neydi ulan son dize?”

    “ben de hatırlamıyorum bile!” diye haykırdı john.

    üçü birden yine yerdeydiler.

    “rock’n’ roll tarihinin en baba dizesi.” dedi dylan. hala yerdeydi. “ve biz onu hatırlamıyoruz bile… inanamıyorum… inanamıyorum.”"

    http://www.futuristika.org/…eatlesin-kayip-sarkisi/

    bir de onun da please please me'yi sevdiğini öğrenmek hoşuma gitti.


    (tepedeki psychedelic adam - 26 Ağustos 2009 10:32)

  • comment image

    cok fazla sarkiya sahiptir. bi keresinde "bu kadar cok sarkiyi nasıl yazdiniz? hala da yazabiliyorsunuz, nasıl oluyor bu?" şeklinde soru soran bir gazeteciye şu cevabı vermiştir.
    "kıçımdan uyduruyorum"*


    (krizalit kristalin - 29 Ekim 2003 17:29)

  • comment image

    iyidir hoştur bob dylan ama şu gerekçe nedir yahu!!!

    us folk singer-songwriter bob dylan has been awarded the nobel prize for literature for having "created new poetic expressions within the great american song tradition".

    gerekçeye bak çay demle. nobel ödülünün evrensel gerekçelerinin olması gerekmiyor muydu yahu. zira aynı açıklamayı mesela ufacık bir değişiklikle şu hale de getirebiliriz:

    turkish folk singer-songwriter orhan gencebay has been awarded the nobel prize for literature for having “created new poetic expressions within the great turkish song tradition”.


    (manus pacis - 13 Ekim 2016 14:43)

  • comment image

    kanal d haberede çıktığı üzere kağızmanlı olduğu iddia edilen şahıs.

    röportaj yapılan yöreden çeşitli yorumlar:

    -kendisini köyümüze konser vermeye bekliyoruz.

    -gelirse söz, ailesini bulacağız ona.

    -sonuçta o da bir türktür.

    -bir kağızmanlı olarak onur duydum.

    gülmeden durabildiğim ender anlarda bu kadar not alabildim.


    (nightcrawler - 10 Ocak 2005 20:28)

  • comment image

    bir insana ot içir hayatı değişsin,
    beatles'a ot içir müzik tarihi değişsin...

    tabi bu gerçek mi bilemiyorum.


    (ayamik - 3 Ağustos 2005 16:22)

  • comment image

    bi konser kulisinde öldürüleceği haberi gelir (o sırada kameralar vardır ama bir röportajdan öte kulis ambiyansı yansıtılmakta, doğal bir hava vardır.) ve şöyle der:
    - ölmek sorun değil de, önceden haber vermeleri kötü... *

    herşeyin yanında komik de bi adammış efem kısaca...


    (hayo - 30 Mart 2006 18:12)

Yorum Kaynak Link : bob dylan