• "bu yıl 30'uncusu düzenlenen istanbul film festivalinde, reha erdem'in salondan ağlayarak çıkmasına sebebiyet vermiş bir filmmiş de aynı zamanda."
  • "varolusa yakilmis bir agit...sinematografisi ve akilda kalan tortusu ile hayatiniz boyunca izleyip,izleyebileceginiz belkide en farkli filmlerden biri..coktan baskoseye koydum bile..."
  • "ruhu mahveden bir film. toparlanınca bir iki kelam daha edebilirim zira şu an dağılmış haldeyim. "ye... yemek zorundayız...""
  • ""nietzsche neden o ata sarılmıştır" sorusunun cevabını ve hissiyatını veren film."




Facebook Yorumları
  • comment image

    bela tarr filmden sonra anti-genesis falan dedi, saf sinemaya niyetlendiğinden dem vurdu. cansiperane bir "what was that all about"tan sonra da varolmanın dayanılmaz ağırlığı diye işin içinden çıktı. ben aslında o saf sinemanın ne anlama geldiğini merak ettim ama geçkin teyze anlamı o kadar merak etti ki eminim filmin son 1 saatini o bir dakikalık çıkışı yapmak için bekledi. ancak filmin ne hakkında olduğuyla ilgili sorunun esas mesele olduğundan çok emin değilim.

    bu noktada tavır önemli. benim gördüğüm kadarıyla bela tarr her sorana filmiyle ilgili bir cevap vermek istedi, geçiştirmedi, herkesin kafasında oluşan filmin ne hakkında olduğuyla ilgili soru işaretlerini azaltmaya çalıştı; zaten filmi de basit döngülerle epizodik kurgulamıştı. verdiği cevaplarla seyircinin kafasındaki anlam huzursuzluğunu azaltmasından ben şunu anladım: bir bela tarr filminin gücü filmi sonuna kadar bekleyip insanda bu film ne hakkındaydı sorusunu sorabilme motivasyonu oluşturmasında yatıyor. zaten filmin başında kendisi filmi gözleriniz ve kalbinizle izleyin demişti, yani beyni siktir edin. madem o kadar takıldın; al sana işte anti-genesis, altı günde katip bartleby gibi yaşamamayı seçen varlıkların hikayesi.

    peki o ata ne oldu, işte bence filmin en can alıcı yeri bu çıkış noktası, varoluş düzleminde algının anlamsızlığı. çünkü herkesin merak ettiği ve 'bildiği' nietzsche'nin, kurtardığı o attan çok farkı yok. her ikisi de film boyu esen rüzgardaki toz gibi. bu "yokoluş" herkes için aynı. ancak bir nokta kafamı kurcalıyor. genesis ile birlikte yaratılan tanrı bir sürenin sonunda "ölüyor", bu film de o adamın kurtardığı atın hikayesini anlatıyor ama bir yokoluşu anlatan bu filmde tanrının olmaması beklenir. ancak kuyuların içi taş doluyor, insanoğlu cezalandırılıyor. sanki tanrı hiç ölmemiş ve insanoğlu bunun farkına vardığında yaşamaktan vazgeçiyor, yemeliyiz diye inlese de eller tabaklara gitmiyor.

    ***

    sinema bir önceki gün keşfedilmişçesine film çeken bir adam varsa sinema tarihinde o da dreyer'dir bana göre; üslupları, yaklaşımları farklı olsa da, ve bela tarr hiçbir zaman dreyer klasında olamayacak olsa da, şu an aynı hissiyatı veren başka bir yönetmen de yok sanırım. bir atın dakikalarca koşmasını izlemek, perdedeki "ağırlığı" deneyimlemek; sanırım bela tarr'ın saf dediği böyle bir şey.


    (shocktheworld - 6 Nisan 2011 22:16)

  • comment image

    varolusa yakilmis bir agit...sinematografisi ve akilda kalan tortusu ile hayatiniz boyunca izleyip,izleyebileceginiz belkide en farkli filmlerden biri..coktan baskoseye koydum bile...


    (euchre - 28 Aralık 2011 20:34)

  • comment image

    filmi bitirdikten sonra izlediğim yere mıhlandım, etkisi tam olarak bu oldu bende. bir yerinize acı acı dokunuyor. tam olarak tarr'ın yapmak istediği şey de bu. insana kendine böyle baktırırlar, kasvet dolu, diyalogu az olması bence tam da bu yüzden isabet olmuş. insanoğlunun varoluşundaki dramatik sıkıcılığını gözünüze gözünüze iki küsür saat boyunca sokup sokup çıkarmış yönetmen.

    --- spoiler ---

    dokundukları her şeyi değersizleştirdiler. dokunulup da değersizleşmeyen hiçbir şey kalmadı.
    ---
    spoiler ---


    (bruegel - 5 Ocak 2012 22:17)

  • comment image

    sıkıntı vardır. onu yok saymak vardır. onu kabullenmek vardır. onunla anlaşmak vardır. kimilerinin dediği gibi belki hayat yalnızca büyük bir sıkıntıdan ibarettir. sıkıntıyla dalga geçmek de vardır. sıkılmanın hakkını tam olarak verebilen biri değilim. çünkü kendi kendimi güldürmekte üzerime yok. ama anlıyorum o sıkıntıyı. yaşıyorum da. geçiyor ama yaşıyorum da. haşlanmış patates atıştırdıktan sonra pencere önüne oturarak uzaklara bakan bir adam var. işte sıkıntı orada. geçmeyecektir belki de, ben yanılıyorumdur.

    "neye dokunsalar, ki her şeye dokunuyorlar, anında kurutuyorlar".


    (ya iste boyle senden naber - 19 Şubat 2012 15:45)

  • comment image

    insanın saklanacak küçücük bir köşesinin dahi kalmadığını, gidecek yerinin olmadığını anlatan bir tükeniş hikayesi.

    başrolde rüzgar oynuyor, tüm ihtişamıyla. öyle ki sadece onun çığlıkları dört nala koşuyor, öyle ki 58 yıldır ses çıkardığı söylenen tahtakuruları bile sözü ona devretmişcesine sessizleşiyor. rüzgar öfkeli, rüzgar tükenen tüm sesleri üzerinde taşıyor. insan susuyor, rüzgar konuşuyor. rüzgar konuştukça tükeniş de başlıyor.

    arttıkça rüzgarın sesi, daha da sessizleşen insan, pencerenin önüne geçip sadece onu izleyebiliyor, onu dinleyebiliyor ancak ve daha da hissizleşiyor. ya tekrar hissedebilmek için ya da artık zaten hissedemediği için elleri ve ağzı yana yana haşlanmış patates yiyor. rüzgar konuştukça, tükeniş devam ediyor, su tükeniyor. o konuşmaya devam ettikçe, atın gücü de tükeniyor. atın gücü tükendikçe insan da tükeniyor. insan, torino atının kaderini yaşıyor.

    gidemeyen, saklanamayan insandan geriye, bir tek olan biteni öylece izleyen insan kaldığı vakit, ışık da tükeniyor. insan artık bakamıyor, izleyemiyor, artık göremiyor. artık elleri ve ağzı yanmıyor, yiyemiyor, içemiyor. ve artık rüzgar da susuyor.

    varoluşun tükenişi sadece altı günde gözünüzün önünden akıp geçiyor. "rahip, cemaate şöyle buyurur: tanrı sizinle! gün geceye döner. ve gece biter." cümlesine inat, gece bitmiyor. her şey tükenirken ve hiçleşirken, gece daha yeni başlıyor.


    (dolls - 5 Mart 2012 00:41)

  • comment image

    mihaly kormos'un (bernhard - palinka almaya gelen ziyaretçi)'nin konuşması filmdeki en can alıcı yerlerden birisidir. satantango'daki irimias'ın nutuğundan sonra bir kez daha yıktı bizleri tarr. yıllar evvelinin nostalghia'nın domenico'su gelir aklıma hep. işte o postapokaliptik konuşma :

    her şey mahvoluyor. her şey değersizleşti. fakat şunu söyleyebilirim ki, onlar mahvetti ve değersizleştirdi her şeyi. çünkü sözde masumane insani yardımla gelen bir çeşit afet değil bu. tam tersine insanın kendi kararlarıyla ilgili bu, kendi kararlarının kendisinin önüne geçmesiyle. tabii ki bunda tanrı'nın da eli var. hatta bana kalırsa, büyük bir payı var. ve bu pay ne olursa olsun, hayal edebileceğin en korkunç yaratılışa sahip. çünkü görüyorsun sen de, dünya bayağılaştı. benim ne söylediğimin bir önemi de yok, çünkü her şey satın alınarak değersizleştirildi. sinsi, alçakça bir savaşla ele geçirdiklerinden beri, her şeyi adileştirdiler. her neye dokundularsa, ki her şeye dokundular, onu değersizleştirdiler. işte bu nihai zafere kadar giden yoldu. muzaffer bir sona doğru giden. ele geçir, değersizleştir. değersizleştir, ele geçir. ya da istersen farklı şekilde de ifade edeyim: dokun, değersizleştir ve dolayısıyla ele geçir. ya da; dokun, ele geçir ve dolayısıyla değersizleştir. durum bu şekilde yüzyıllardır devam ediyor. yüzyıldan yüzyıla, her çağda. bazen sinsice, bazen kabaca, bazen kibarca, bazen acımasızca, ama durmaksızın devam ediyor. değişmeyen tek şey ise şekli, pusudaki bir sıçan saldırısı gibi. çünkü bu mükemmel zafer, diğer taraf için de aynı şekilde gerekliydi. mükemmel, bir şekilde önemli ve asil olan her şey, böylesi bir savaştan kaçınmalı. herhangi bir mücadeleye girmemeli, bu sadece bir tarafın aniden mükemmelliğini, büyüklüğünü ve asilliğini kaybetmesi demek. şimdi kurdukları pusudan yönettikleri dünyaya saldırıyor bu kazanan galipler ve birilerinin onlardan bir şey saklayabileceği küçük bir köşe dahi yok. ellerini attıkları her şey zaten onların çünkü. ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile, ki onlar her yere ulaşır, onların. çünkü gökyüzü şimdiden onların, düşlerimizin olduğu gibi. onların zaman, doğa ve sonsuz sessizlik. hatta ahlaksızlık bile onların, anladın mı? her şey ama her şey sonsuza dek kayboldu! ve o asil, önemli ve mükemmel pek çok şey orada kaldı, bilmem izah edebildim mi? o noktada çark ettiler, durup anlamaya başladılar, ve kabul etmek zorunda kaldılar, ne tanrının ne de tanrıların olmadığını. mükemmel, önemli ve asil olanın ise bu doğruyu en başından beri anlayıp kabul etmesi gerekiyordu. tabii onlar bunu anlamaktan oldukça yoksundu. inanmış ve kabul etmişlerse de, bunu anlamamışlardı. şaşkın ama boyun eğmemiş bir şekilde orada dururlarken bir şey oldu ve, beyinlerinde çakan bir kıvılcım, sonunda onları aydınlattı. ve birden ne tanrının ne de tanrıların olmadığını fark ettiler. birden ne iyinin ne de kötünün olmadığını gördüler. akabinde görüp anladılar ki, eğer öyleyse aslında kendileri de yoktular! söndüler, yanıp kül oldular dediğimiz an bunlar olmuş olabilir sanıyorum. çayırda cayır cayır yanmaya bırakılan bir ateş gibi söndü ve yanıp kül oldu. biri daimi kaybedendi, diğeri doğuştan kazanan. mağlubiyet, galibiyet. mağlubiyet, galibiyet, ve bir gün, yine bu civarlarda fark etmek zorunda kaldığım ve sonunda fark ettiğim bir şey oldu, ben hatalıydım. şu dünyada herhangi bir değişimin asla olmamış olduğunu, ve asla olamayacak oluşunu düşünürken gerçekten de hatalıydım. çünkü, inan bana, artık biliyorum ki, bu değişim aslında gerçekleşti.

    http://www.youtube.com/watch?v=gptootxqps4


    (zarp - 11 Mart 2012 17:34)

  • comment image

    kimisi çok sıkıldığı için, kimisi hayatındaki en temposuz filmi gördüğü için, kimi bir şiirin filmini seyrettiği için, kimi konuşmadan ağlamadan acının nasıl aktarıldığını gördüğü için unutamayacakdır bu filmi. neticede her koşulda unutulmazlığı garanti bir filmdir.


    (kadit - 24 Mart 2012 22:56)

  • comment image

    --- spoiler ---

    filmde benim dikkatimi çeken şey; yemek sahnelerinin çekim açıları oldu. ilk yemek sahnesinde sadece babaya odaklanıyor kamera, ikincisinde kız görünüyor, üçüncü yemek sahnesi ise kapının önünden çekilmiş bütün masa görünüyor, dördüncü sahne ise üçüncünün tam karşısından çekilmiş yani masa ve kapı görünüyor. bu sahneler bana haç işaretini anlatıyor gibi geldi ama tam olarak bilmiyorum yanılıyor olabilirim..

    ---
    spoiler ---


    (tadin kaldi - 22 Nisan 2012 00:00)

  • comment image

    şu filmi izledikten sonra aslında korkudan, sıkıntıdan, endişeden dizlerimizin bağının çözülmesi gerekirdi. velakin çözülmüyor. sıkıntı da varoluşa dahilse, bizim dizlerimizin bağının çözülmemesi de o sıkıntıdan peydah oluyor herhalde.

    neyse, ne güzel film. bu senaryoyu ben yazsam, bir de üstüne o son sahneyi çeksem, herhalde dönüp dolaşıp kendi kendimi takdir ederdim. ama kimseye de söylemezdim.

    bir de mihaly vig var, artık nasıl bir müzik yaptıysa, dinledikçe torino atı gibi hissediyor insan.


    (petersachs - 5 Temmuz 2012 01:37)

  • comment image

    filmi izlerken devamlı üstad tarkovski aklıma geldi. çekimler çok kaliteli, diyalog çok sınırlı, ama aynı olayları o kadar az diyalogla, kısıtlı mekanda ve her yönüyle öyle bir anlatmış ki, sanki üçüncü sandalyede siz oturuyormuşsunuz hissi verir. bela tarr'ın diğer filmlerini izlemek artık farz oldu.

    kısacası, çok az şey başyapıttır, bu da onlardan biridir gözümde.


    (hikayenin sonu - 5 Ağustos 2012 00:22)

  • comment image

    filme iliskin hazirlanmis wikipedia sayfasindan tarr'dan yapilan bir alinti beni cok etkilemisti :

    --- spoiler ---

    tarr has also described the turin horse as the last step in a development throughout his career: "in my first film i started from my social sensibility and i just wanted to change the world. then i had to understand that problems are more complicated. now i can just say it’s quite heavy and i don’t know what is coming, but i can see something that is very close – the end."

    http://en.wikipedia.org/wiki/the_turin_horse

    ---
    spoiler ---

    evet, kacinilmaz son geliyor ve bunu bu film sade ama vurucu bir bicimde anlatiyor.

    tolga ersoy bir yazısında bu filmi tavsiye ediyor :

    --- spoiler ---

    bir film

    bir film önerisiyle devam edelim, soluklanmamıza fırsat kalsın; çünkü biz küçük burjuvalar geniş soluklanma aralıkları olmadan devam edemezler. bu nedenle olsa gerek sosyalistler bizim devrime gücümüz olmadığını söylerler bir de.

    dostlara bela tarr’ın “torino atı” adlı filmini, eleştirmen jargonuna başvurarak yazarsak eğer- şiddetle öneriyorum. bilinmeyenin ve aslında belki de olmayanın öyküsü üzerinden, nietzsche’den yola çıkan yönetmen filminde yalın, minimalist bir öykü ve sunumla özgün bir metafora başvurarak varoluşçuktan nihilizme uzanan bir çizgide insanı ele alıyor.

    “film seyrederek devrim yapılmaz” inançlı bir sosyalist devrimci biraz da küçümseyerek böyle diyecektir ama, aması var tabii ki, “film seyrederek insanı tanıyabilirsin”. inançsız bir küçük burjuva böyle yanıtlayacaktır bu savı ve devamında da haklı olarak şunu diyecektir: insanı tanımadan, toplum ve halkla yetinerek yettiğini sanarak ve özellikle de ikisini birbirine karıştırarak devrim yapamazsın. insanı bilmeden devrimin olanaksızdır. devrimini nasıl adlandırdığın bu bağlamda senin sorunun!

    http://ozguruniversite.org/…guencel-yazlar&itemid=5

    ---
    spoiler ---

    aynı yazarın bir başka yazısından filme paralel bir değerlendirmesi (yazıyı okuduğum vakitlerde filmi seyrettiğim için ve bizzat yönetmenin yukarıda alıntıladığım görüşünü de bildiğimden, filmin ve yazının muhteviyatı arasında ister istemez bir ilişki kurdum) :

    --- spoiler ---

    karamsarsın diyorlar, fazlasıyla karamsarsın. fazlasıyla karamsarım evet; iyimser olmak istemez miyim sanıyorsunuz! ancak on yıllardan beri anlatılan/anlatıldığı gibi bir “devrime” inancım neredeyse hiç kalmadı. ne var ki bu azalmaya koşut olarak intikam duygusuna olan inancım artıyor. bir şeyler olacak kuşkusuz, ancak bu “bir şeyler” tahta tüfekle, internet çağrılarıyla ya da derin ideolojik arka planı olan “komünist” partilerle ve onların kırmalarının uzlaşma çağrılarıyla olmayacak görünen o. geçen yazıdan kalan futbol deyimiyle devam edelim, insanlık “uzatmaları oynuyor” ve tercih zamanı bence çoktan geçti. bu hal tüm küreye yayıldı: küreselleşmenin gerçek görüntüsü bu hal. çöküş mutlak gibi, çıkış için ise küçük olasılık gözüyle bakabiliriz. distopyam bu koşullarda çıkıştan çok çöküş üzerine. ve görünen o ki kan dökülüyor ve kan dökülecek. hem de çok ne yazık ki. ne yazık ki bu süreç yaşanmadan insanlık adına hiçbir şey olmayacak gibi gözüküyor.

    http://www.ozguruniversite.org/…cel-yazlar&itemid=5

    ---
    spoiler ---


    (osuruktan teyyarenin kabin amiri - 12 Eylül 2012 02:41)

  • comment image

    şiir gibi bir film izledim, ruhumun derinliklerine işledi vs. demek isterdim birçoğu gibi.

    ama diyemem çünkü filmin anlattığı şeyin şiirle, ruhla falan alakası yok.

    film, insanoğlunun düpedüz ölü doğan bir varlık olduğundan bahsediyor. bu, verilen yanlış kararlardan sonra ölmüş birşey de değil, tamamen sonu belli, umutsuz, hiç ve hatta "anlamsız" olarak tarih sahnesinde belirivermiş ve adeta evrensel bir parazit gibi olduğundan bahsediyor. ne şiiri?

    varlığın ağırlığı demek çok kolaydır. bununla ilgili yorumlar da birçoğu için kolaydır. ezberimizden bülbül gibi okuruz hepsini. ama ben biliyorum ki varlığın buhranını tepesinde hissedenler çok enderdir, istisnadır. varlığın çıkmaz yollarına girenler hiçbir haltı şiir gibi algılamaz, umut denilen bir kelimenin tanımı bile yoktur, konuşmaya mecali yoktur çünkü meram anlatmanın da pek bir manası kalmamıştır. niçe'nin son 10 senesi gibi..

    tam bu noktada beyinleri "keşke bir tanrı olsaydı" çırpınışları doldurur. işte film bu çırpınışları herhangi bir "çırpınış" göstermeden anlatıyor.

    ayrıca "tanrı jokeri" cebinizdeyken bu filmi izlediyseniz, yorumunuz "pek içime işledi, o ata da çok acıdım" seviyesinde olmaya mahkümdur. atın kafanızdan o figürü öyle izleyin bakalım ortada şiir, manzume veya kaside falan var mı?


    (visitors - 23 Ocak 2013 03:33)

  • comment image

    --- spoiler ---
    kuyunun kuruduğu, atın yemeden içmeden kesildiği günün akşamı, kandili son kez söndürürler; bir daha yanmayacağını bilmeden. ardından bir süre karanlık. derken son bir ışık; masaya oturmuş kızı ve babasını aydınlatır. babası taş kesilmiş patatesi yemeye çalışırken, yemeyi çoktan bırakmış kızına şöyle der;

    " ye, yemeliyiz! "
    ---
    spoiler ---

    varoluşçuluk üzerine yapılmış en iyi film. bir hiç olduğunu kabul edemeyenler için oldukça şiddetli bir balyoz.


    (bela tarr - 16 Ağustos 2013 22:39)

  • comment image

    bin tane giriş yazıp sildiğim, her defasında bu kelimeler uygun değil diyerek; başka kelimeler, farklı cümlelerle, akıl edilmemiş anlamlar yüklemeye çalışarak anlatmaya çalışsam da, başaramadığım filmdir.
    içine girip yürüyebilen herkes, çıktığında bir şeylerinin içeride kaldığını bilir.
    ama ne olduğunu bulamaz.


    (inthedwarf - 30 Ağustos 2013 16:35)

  • comment image

    hayatın anlamından çok anlamsızlığı üzerine bir filmmiş gibi geldi bana. izlerken sıkılmadım mı? sıkıldım tabi sıkılmaz mıyım? zaten olay da bu: çok sıkıldığımız, bunaldığımız anların sonunda hep bir ışık vardır ya, işte bu filmden sonra da o ışığı gördüm, ama karanlık bir ışıktı bu seferki. film bitince izlediğime değdiğini anladım ama ruhani bir huzur olmadı bünyede, sadece flu bir aydınlanma; dünyanın, yaşamın anlam(sızlığ)ı üzerine.

    sürekli esen rüzgar ve filmin başından sonuna dek hep aynı müzik. kasvetli, iç bunaltıcı bir ortam, bunalıyorsun hepsinden, yine de kendini o tuhaf müziğe ve o insanların rutinlerine kaptırmaktan geri alamıyorsun. yönetmen iki kişinin nasıl yaşadıklarına bakarken aslında çok farklı bir soruyu cevaplıyor: insan niçin yaşar? ıssızlığın ortasında yaşayan iki insandan yola çıkarak evrensel bir mesaj veriyor tarr. yaşam tarzları bizimkinden çok farklı ama niçin yaşadıkları konusunda varılan cevap pek farklı değil.

    kız uyanıyor, sobayı yakıyor, baba kalkıyor, kız babasını giydiriyor, az biraz içki içiyorlar, atı ve arabayı çıkarıyorlar, at direniyor, gerisin geri ahıra gönderiyorlar atı, sonra kız babasına ev kıyafetlerini giydiriyor, patates haşlıyor, yana yakıla yiyorlar o patatesleri, sonra camdan dışarıya uzun uzun bakılıyor. yemek bitiyor, su bitiyor, hayatın anlamı bitiyor. kaçmaya çalışılıyor, kaçılamıyor. yaşamak için manevi bir sebep yok, maddi olan da bırakılıyor, bilinçli bir şekilde. yememiz lazım deniliyor ama yenmiyor o patates. bu anlamsızlığı daha fazla sürdürmenin anlamsızlığı farkediliyor.

    biz ne yapıyoruz bu arada? nasıl yaşıyoruz? kalkıyoruz, giyiniyoruz, hiçbir anlamı olmayan işlerimize gidiyoruz, midemiz kazınıyor, yemek yiyoruz, bir şeyler içiyoruz belki bazı boşlukları doldurur diye, eve dönüyoruz, son model telefonlarımızda oyunlar oynayıp belki televizyonda bir şeyler izleyip yatıyoruz - ertesi gün aynı hiçliğe uyanmak için. belki kaçacak yerimiz var ama biz de kaçmıyoruz, kendimizden kaçamayacağımızı bildiğimizden. işte böyle yaşıyoruz, o zaman niçin yaşıyoruz?

    bu niçin'e olumlu bir cevap vermek için ya dine vuracaksın kendini, manevi değerlere bağlanıp hayatın boktanlığını unutacaksın, (din toplumların afyonuydu zaten değil mi?) ya gerçekliği olduğu gibi kabul edip yaşayacaksın, ya da yaşamayı bırakacaksın. (ölmeden önce ölmek desem filmdeki nihilizmden uzaklaşmış mı olurum?) tanrıyı daha filmin en başında öldüren tarr'ın salık verdiği de bu üçüncüsü sanırım. bu anlamda da kendisi tanrılığa soyunmuş olmuyor mu? gerçek bilgeliği de aslında önce ata atfetmiyor mu?

    filmdeki ıssızlıkta yapılabilecek en iyi şey yaşamaktan vazgeçmekti, bakın intihar etmek demiyorum, yaşamayı bırakmak, sanki yaşıyormuş gibi yapınca çok mu anlamlı yaşıyoruz dercesine. bundan bir kaç gün önce izlediğim başka bir film de aynı şeyi diyordu, ki o buradaki gibi ıssızlığın ortasında da geçmiyordu. (bkz: persona) ikisini üstüste izlemem bir tesadüf mü yoksa hayatın bana mesaj iletme yolu mu acaba?

    bir de patates yedikleri sahnelerde van gogh'un "the potato eaters" tablosu geldi aklıma; aynı soluk ışık, aynı hüzünlü yüzler. evet, film o kadar uzun ve sessizdi ki düşünecek çok vaktim oldu.

    ve son bir tanım: deist olan beni nihilizme yakınlaştıran film olmuştur. acilen kendimi toparlayıp her şeye rağmen hayatıma bir anlam bulmam gerektiğini de hatırlatmıştır.


    (kurk mantosuz saziye - 14 Kasım 2013 23:40)

  • comment image

    "bela tarr'dan at filmi" desem dalga geçiyormuşum gibi olacak.
    röportajında da demiş ya üçünün de (at, baba, kız) yaşamı birbirine bağlı diye. doğru ama hepsi sanki ata biraz daha fazla bağlı.
    tarr "anlam çıkarmaya da zorlamayın" demiş de ulan 2,5 saatlik filmi ölmüş dedenin ruhuna değsin diye mi çektin? bir mesajın elbette var. zorlamasak da var.

    --- spoiler ---

    yalnızlıktan ve yoksulluktan gebermek üzere olan baba ve kızın bir coşkuyla gelen "çingeneleri" sopayla, nacakla kovalamasında da mı mesaj yok? tek eğlencesi çorak ve rüzgarlı araziye bakan pencerenin önünde birkaç dakika oturmak olan iki sessiz, neşesiz kişi. güle oynaya gelen çingeneleri düşman gibi def ettiler.
    ---
    spoiler ---

    film bilerek, isteyerek izleyicinin sabrına karşı bir imtihan. "uzun planlar (long take) çekeyim de festivale okuturum" kurnazlığı değil elbette. döngü var hikayede. ne yaparlarsa yapsınlar her şey başladığı yere dönüyor.
    adam bu yaşam biçimi kendilerini tüketecek gibi olsa bile alıştığından vazgeçmiyor. herkesin yürüyerek gittiği yeri atla bile gidemiyor. (niye babalık niye? kendini tükettin, bari kızın kurtulsaymış.)

    filmdeki teknik ustalık ayrı bir olağanüstülük. filmden sonra iki gün boyunca akla geldikçe sanki hala izliyormuş gibi canımdan bezdiren o görüntüleri, kadrajı, planı, müziği bana unutturmayan da bu teknik beceri. bir bildiği varmış meğer. adam dersini iyice belleten hoca gibi çekmiş. (o pencere önüne oturmaları geldi gene aklıma. tahtalara gelesice...nasıl hayat lan o? atı ayrı küsmüş, kızı ayrı, adamı ayrı.)

    edit: entel yorumları bırakalı oluyor birkaç sene. "insanlığın kıyametine yazılmış bir tragedya. niçevari bir okuma. tarkovskiyen lügate referansla yaratılmış ilginç bir gramer" (tısısısısııssıı...ne alaka lan? :)))))))))))


    (altlejant - 20 Kasım 2014 12:29)

Yorum Kaynak Link : a torinoi lo